Etki gücünü yoğun argoya, birbirinden banal esprilere, dahası Türkçeden başka herhangi bir dile çevrildiğinde çoğu hiç bir anlam ifade etmeyen ucuz bir laf cambazlığı mizahına borçlu 'ultra-sulu komedi' geleneği artık Türk sinemasını bütünüyle esir almış durumda... Pekiyi, ne yapalım bu 'gişe rekortmeni' filmleri? Görmezden gelip sırtımızı dönmek mi, yoksa 'genç izleyicinin trajedisi'ni kavrayıp bununla savaşmak mı doğru bir yaklaşım olacaktır?
Hayatta sürekli kaybetmeye mahkûm anti-kahraman Fikret, eski mesleği olan gemiciliğe dönmüş ve tayfa olarak çalıştığı gemiyle uzak denizlere açılmıştır. Gemi Hint Okyanusu'nda seyrederken Somalili korsanların saldırısına uğrar; adamımız da korsanların ele geçirdiği gemiden denize atlayarak canını zor kurtarır. Ertesi gün baygın bir halde Hindistan sahilinde karaya vuran talihsiz genç, sahilde dolanan bir kaç Hintli köylü tarafından bulunacak ve tedavi edilmek üzere yakınlardaki bir Budist tapınağına götürülecektir.
Aradan beş ay geçtikten sonra Fikret yeniden sağlığına kavuşur ve tapınakta eğitim gören Serkan adlı bir Türkle tanışıp arkadaşlık kurar. “Ferrari'sini Satan Bilge” pozlarındaki Serkan, Fikret'in karakterine ve hayata bakış biçimine hayran olmuştur. Ancak, katı bir disiplinin hüküm sürdüğü tapınak hayatına uyum sağlamakta zorluk çeken Fikret bir süre sonra baş rahiple tartışır; rahip de bu iki disiplinsiz Türk'ü mekânından kovar.
İkilinin Türkiye'ye dönmesinden sonra, Serkan gurbet arkadaşı Fikret'i bir kaç gün ağırlamak üzere çiflik evine davet eder. Serkan'ın anne ve babası tatilde, fakat güzel ablası Melis ise çiftlik evindedir. Fikret, Melis'i görür görmez ona abayı yakar.
Ertesi sabah, Fikret arkadaşı Müjdat'la buluşur. Müjdat okula öğrenci taşıyan bir minibüsün servis şoförlüğünü yapmaktadır. Müjdat, bu işin yanı sıra, Fikret'le birlikte hacizli malların satıldığı bir yeddi emin deposundan mal alıp-satmayı planlamaktadır. İki adam buluşup depodaki açık artırmaya girer, eski bir tablo ve heykelcikten oluşan iki parça eşyayı alıp çıkarlar. Aynı günün gecesi onlar derin bir uykudayken de açık artırmadan satın aldıkları tablonun içindeki kurt “hortlar” ve hiç hissettirmeden Müjdat'ın içine girer.
Ertesi gün antika tabloyu satmak için Serkan'ın çiftlik evine gittiklerinde, Fikret'in ezik arkadaşı, içine giren kurdun etkisiyle yavaş yavaş bir “Kurt Adam”a dönüşmeye başlayacaktır.
Türk sinemasında, bundan on küsur yıl önce “Kahpe Bizans” ile başlayan “tür parodisi” yapma sevdası, bizi en sonunda “sulu komediden başka hiç bir sinemasal türün gişede beş para etmediği” esaslı bir kısırdöngü noktasına ulaştırmış bulunuyor. İçinde bulunduğumuz rezil manzaranın şakası falan yok; 1970'lerde ülkede düzenli televizyon yayınlarının başlamasıyla birlikte salonlarda baş gösteren kriz ve beyazcama karşı yürütülen o sert rekabet sürecinin ürünü “yerli porno” furyasından tamamen farksız bir “gerileme devri” bu… Nasıl ki o dönemin simgelerinden Zerrin Egeliler'in çıplak bedeni 70'ler boyunca lumpen izleyicinin bir sinemasal gösteriden beklediği yegâne “şey”e dönüştüyse bugünkü -benzer- izleyici tipolojisinin yapımcılardan tek talebi de Dolby Digital hoparlörlerden yükselen sinkaflı küfürler eşliğinde gevrek gevrek gülmek… Bilet kestirmeye gönlü ve kudreti olan kitle öylesine dehşetengiz bir “tek tipleşme” içine girmiş durumda ki artık kimsenin beyazperdede aşk, serüven, korku-gerilim, politik entrika, dahası nitelikli komedi görmek gibi bir beklentisi kalmadı. Varsa yoksa, sürekli belden aşağı vuran ucuz espriler eşliğinde bolca kıkırdamak…
İşin vahim tarafı, bu yıpratıcı kısırdöngü, Cem Yılmaz gibi son derece yetenekli ve potansiyel gişe rekortmeni bir sanatçının yapıtlarına bile yansımaya başladı. Yılmaz, zekâ çıtasını hafifçe yükseltmeye kalkıştığı (sözgelimi “Hokkabaz” gibi) bir öyküyü filmleştirdiğinde izleyicinin hiç affı olmuyor ve gişede derhal iki seksen yere uzanıyor. Kenar mahalle argosunun garantili sularına yelken açtığında ise yeniden gişesini toparlıyor.
Kaba-saba olay ve diyaloglara dayalı durum komedisini elbette ki Türkler icat etmedi. Sinema ve televizyon tarihi bunun bir çok bildik örnekleriyle dolu… Örneğin, İngilizlerin dünyaca ünlü komedyeni Rowan Atkinson'un “Mr. Bean” serisi ya da 1990'ların başlarında BBC gibi ağırbaşlı bir kanalda yayımlanan (üstelik de Atkinson'unkine göre çok daha dibe vurmuş) bolca yellenmeli, geğirmeli ve türlü türlü cinsel göndermelerle dolu kitsch dizi “Bottom!” (Adının argodaki anlamı bile, doğrudan doğruya “….te Gelenler” diye çevrilebilir!) bu kategorideki yapımlardan aklıma hemencecik geliveren iki örnek… Hele de İtalyanlar daha 1960'lardan başlayarak uzunca bir süre, anılan türde “kitsch başyapıtlar” ortaya koymuş bir millettir.
Öyle ki banalliğin azgın sularında dolanan benzer türdeki bir güldürü anlayışının bizim -görece muhafazakâr- kıyılarımıza epeyce gecikmeli vurduğu bile söylenebilir. 1970'lerin ortalarında ardı ardına çekilen Kemâl Sunal komedileriyle başlayan bu beğeni deformasyonu süreci hızını 1980'lerin sonunda aldı ve bir tür “derin uyku” hâline geçti. Fakat, toplumun “12 Eylül travması”nı atlatıp yeniden politize olmasına paralel olarak bir daha da hiç uyanmayacağı sanılırken, “düşük profilli komedi” tutkusu 2000'lerle birlikte eskisinden çok daha tehditkâr bir tonda yeniden salonları kaplamış bulunuyor.
Bu yeni dalganın en popüler temsilcileri olarak, son yıllarda ortaya konulan “Maskeli Beşler”, “Kutsal Damacana”, “Recep İvedik”, “Kolpaçino”, “Kadri'nin Götürdüğü Yere Git” ve benzeri yapımların ulusal sinemamıza ne genel çerçevede, ne de komedi janrı özelinde dişe kovuğa gelir herhangi bir katkısı yok ne yazık ki… Dahası, bunları, üretimlerindeki teknik-estetik savrukluk ve kamuoyuna sunumlarındaki yoğun özensizlik nedeniyle ciddi ciddi birer “35 mm uzun metrajlı sinema filmi” olarak kabul etmek de oldukça zor. Öyle ki okuduğunuz şu yazının film künyesini tamamlayabilmek için “Kutsal Damacana-2”nin (afişi ve resmî internet sitesi dahil) bütün yazılı kaynaklarını altüst ettim, fakat hiç bir kaynakta “müzik yönetmeni”nin adına rastlayamadım. Sinema sanatının temel gereklerine saygılı ve de tutarlı bir öykü, standart bir ekip listesine yer veren doğru düzgün bir internet sitesi, üzerinde adamakıllı çalışılmış şık bir fragman… Böylesi filmler söz konusu olduğunda bunların hepsi hikâye! Nitekim, “Kutsal Damacana-2”nin fragmanını izleyin, onda da aynı sallapati bakış açısını göreceksiniz: Gelişigüzel bir “cut kurgu” ile arka arkaya bağlanmış 15-20 plandan oluşan, “sinema okulu öğrencisi” düzeyinde bir fragman… Aynı şekilde, nüfusunun ezici bir çoğunluğu “Hinduist” olan bir ülkede “Budist tapınağı” ne alâka, kimsenin sorduğu da yok sorguladığı da… Uzatılmış televizyon skeci kıvamında ilerleyen bu gibi şişirme filmlerin tek bir hedefi var: Günlük trendlere iyiden iyiye teslim olmuş bir sinemacılıkla mümkün olduğunca para kazanarak, son yıllarda ülkeyi sarıp sarmalayan “kitlesel yüzeyselleşme”nin rantını toparlamak…
Pekiyi, kızmalı mıyız böyle yapımların yapımcılarına? Hayır… Bence onlara kızmak yerine, akil sinema yazarlarının, sinema düşüncesi üreten vicdan ve namus sahibi insanların mücadeleye inatla devam ederek “izleyiciyi dönüştürmesi” çok daha akılcı bir davranış olacaktır. Yapımcıların bir günahı yok; onlar oyunu kuralına göre oynuyorlar. Gitgide yozlaşan bir toplumdaki talep bu; onların da arz ettikleri ürün de bu…
Türk insanı son 5-6 yıldır âdeta “tarihin sonuna gelmişçesine” ürkütücü bir yılgınlığın pençesine düşmüş durumda. Bunun da nedenleri o kadar anlaşılmaz değil aslında. Politika sahnesi yeni ve karizmatik oyuncular üretemiyor, ülkenin önünü açacak yeni söylemler sürekli statükoya takılıp kalıyor, AB'ye girme umudu faşist Avrupa'nın da katkılarıyla gitgide tatlı bir hayâle dönüşürken Türkiye Cumhuriyeti -tıpkı 1970'lerdeki gibi- kendi çalıp kendi söyleyen bir kapalı kutu olmaya doğru ilerliyor. Eh, sosyolojik manzara böyleyken, en basit bir filmin bir buçuk milyon dolara mâlolduğu bir piyasada hiç bir yapımcı da izleyiciyi dönüştürmek gibi meşakkatli bir riski üstlenmek istemiyor doğal olarak…
Fakat, bu iş ilelebet böyle gitmez. Topraklarında 75 milyon insanın yaşadığı ve nüfusunun yarısından fazlasının 25 yaşın altında (aynı zamanda da hiç fena sayılmayacak kadar eğitimli) olduğu bir ülkede “sanatsal beğeni” daha uzunca bir süre bu denli yerlerde sürünemez. Tıpkı “Gora”, “Arog” ya da “Recep İvedik” filmlerinde olduğu gibi, herhangi bir yabancı dile çevrildiğinde anadilindeki etkisinden eser kalmayan, günübirlik, vur-kaç espriler üzerine dayalı bir mizah anlayışı, genlerinde ta Nasreddin Hoca'dan beri çok güçlü bir mizah (hem de politik bir mizah!) duygusu bulunan böylesine zeki ve hazırcevap bir toplumun yeteneklerini asla temsil edemez.
O yüzden, böyle bir sinemaya kesinlikle destek vermemeli, Şafak Sezer gibi sevimli ve özünde de çok yetenekli bir adamı, gişede ona vereceğiniz sıkı bir dersle “osurma” üzerine kurulu esprilerden kopartıp entelektüel kalibresine daha uygun düşen bir sinema anlayışına doğru terfî ettirmelisiniz.
Tıpkı futbolumuzun düzeyi gibi, sinemamızın genel düzeyi de millet olarak söz konusu alanlardaki yaratıcılığımızı, coşkumuzu ve yeteneğimizi yansıtmaktan çok uzaklaştı. Bu da beni kahrediyor.