Niyet okumak; önleyici savaş doktrininin temeli. O seni nasılsa vuracak. O vurmadan sen vur. George Bush'un dünyamıza kazandırdığı en büyük kötülüklerden biridir bu.
"Niyet okumak kaderi yok eder" diyor Leyla İpekçi…Hepimizin kullandığı ortak 'idam ipi' aslında. Birçoklarının kaderini silip kendi cümlelerimizle "kaderi" yeniden yazıyoruz. Herkesin tekelinde midir niyet okumak? Bugüne kadar ne çok kişinin kaderi silinip yeniden yazıldı, bu yolda ne çok insan kurban edildi… Hrant Dink'ler, Abdi İpekçi'ler ve daha niceleri kayıp gitti bu dünyadan… Bir soru işareti var yine gündemde… Başörtüsü "simge”midir?
Bu söylemi ve daha önce gündemleşmiş soruları Leyla İpekçi'nin kaleminden değil, sedasıyla ve nağmeleriyle dinledik. Zulme karşı direnişi, haksızlğın bütünlüğünü, tekerür eden cinayetleri toplumun içini boşaltan söylemleri masaya yatırdık...
Şimdi söz Leyla İpekçi de...
Leyla İpekçi'yi Taksim'deki dekoru güzel bir kafede, keten koltukların üzerinde oturmuş bekliyoruz. O gelmeden Büşra ile aramızda konuşuyoruz. Büşra bir kaç cümleyle Leyla Hanım'ın konuşmasının sakinliğinden ve çekingen yapısından bahsediyor. Soru listemize göz gezdirerek acaba hangi soruya ne yanıt verecek diye meraklanıyoruz. İpekçi kafenin koridorunda beliriyor. Ses tonu Büşra'nın tam dediği gibi sakin ve ona ek olarak güler yüzlü. Mekanın 'sakin' bir yerinde söyleşimize başlıyoruz. İpekçi ile ödüllü yazarlığını, Hrant Dink'in ölümünün Türkiye'ye ne öğrettiğini ve başörtüsünü konuştuk... Ama sakin bir şekilde…
Böyle birşeyi yazarken düşünemezsiniz. Kendimize birtakım kimlikler atfediyoruz. Köşe yazarlığı, edebiyatçı… Bunlar doğru, küçümsememek lazım. Ödül bir onurdur. Ama ben yazarlığa bir bütün olarak bakıyorum. Benim için köşe yazarlığının apayrı bir karşılığı yok. Bir şey olmak için uğraşmıyorum.
Yazmak için uğraşıyorum. Bir ifade bütünlüğüne varmak benim için önemli. Dolayısıyla köşe yazarlığı tabirini kendime uygun bulmuyorum. Böyle hissetmiyorum. Yazdığım şeylerin bazıları bir köşeye giriyor, bazen de bir kitap formatı, roman, deneme olabiliyor. Daha bütüncül bakıyorum.
Söz, tıpkı zaman gibi bize emanet edilmiştir ve bunu hayra kullanmaktan yanayım. Benim için yazmak bir nimet. Harflerimin sahibinin kim olduğunu biliyorum. O'ndan ödünç alarak yazdığımı biliyorum. Dolayısıyla, “ben yazdım, ben büyük bir insanım “ söylemine mesafeli durmaya çalışıyorum. Bana emanet edileni sahibine iade etmektir bana düşen...
Toplumsal bir karşılığı yok benim için. Her şeyin başı niyet. Niyetinize bağlı birşey bu. Kimi kendini yazarken teşhir etmek ister, kimi ise ifade etmek ister. Kimileri de başkalarının onayını almak veya şöhret kazanmak için yazabilir. Ben bir şeyi daha iyi anlamak için yazıyorum. Hakikatin bir çok yüzü var, aslında temelde bir.
Bunu bilip ölçemem ama biraz daha nedenlerin altındaki nedenleri anlayabilmek için yazıyorum.
Yazarken yüksek sesle konuşmadığınız bir dil kullanırsınız. Kendi iç sesinizle bir dil oluşturuyorsunuz, dış dünyaya sormuyorsunuz. İçlere hitap ederek soruyorsunuz.
İç dünyalara diyebilirim. Onları soruyor olmak bile bir adımdır diye düşünüyorum. Bunları sormak zaten bazı cevapları da kendi içinde barındırır.
Günümüzde her şey büyük bir taraflılık içinde gelişiyor. Bu tarafta durduğunuzda da sizi başka bir taraf karşılıyor. Muhalif olmak da başka bir taraflılığı getiriyor. Bunlar çok kısır ve ufuksuz duruşlar. Kızdığınız bir taraf varsa, ona cevap yetiştirirken kullandığı dili yeniden üretiyorsnuz. Dolayısıyla bu da onun 'kötücül' söylemini çoğaltıyor. Ben kelimelerin asli anlamlarından çok uzaklaştığımızı düşünüyorum.
İnsanın nefsine doğrudan hitap ederek bilinçaltını kamçılayan bir üslup kullanmıyorum. Çirkinliğe hizmet etmek istemiyorum. Elbette belli bir güzellik kaygım var. Ama bunların hiç biri söyleyeceklerimi durduran şeyler değil.
Kaleminizle insanları herhangi bir şeye karşı yönlendirmek veya manipüle etmek benim yazarlık anlayışımla çelişiyor. Bugün kendi çıkarınız veya siyasi görüşünüzü meşrulaştırmak için kullanırsınız kaleminizi. Yarın bir başkası aynı şeyi yaptığında da ona karşı olmak için kullanırsınız. Kendi ideolojiniz ve siyasi çıkarlarınız adına birilerini hedef gösterirsiniz. Orada siyaset ve hesapçılık vardır. Ben bir şeydeki çeşitliliği, karmaşıklığı anlamak için karşımdaki meseleleri biraz daha görebilmek, nefsimden geçirebilmek için yazmaya çalışıyorum. Daha saf bir niyetle.
İkisi birbirini besliyor. Yazarken bir şey öğrenirim. Zaten bildiğim bir şey yazıyorsam bu cepten yemek olur. Kaç kez aynı şeyi yazabilirsiniz? Kendimi de anlamaya çalışıyorum bu süreçte. Hayata bir ifade bırakmak istiyorum.
Bir tarafından doğru anlaşılırken bir tarafından yalnış anlaşılabiliyorum. Bunların sonuçlarına da katlanacaksınız. Yazıya önem veren bir insanım. Bir mevzuyu derinleştirebilmek için zamana ve belirli bir muhakemeye ihtiyacınız vardır. Konuşurken daha irticalen konuşabilirsiniz. Yüzeyde gider kelimeleriniz. Oysa yazarak kendinizi bir yüzeye yansıtıyorsunuz. Dolayısıyla daha fazla derinleşme imkanı veriyor bu size.
Asla. Bu çok iddalı olur. Ama aramaya çalışıyorum.
Birbirinden çok bağımsız süreçler değil. Kimi dönemler geliyor, bunun yazılması gerek diyorum ve şunu yazmasam başka hiçbir şey yazamayacağımı hissediyorum. Başka bir çaremin olmadığını düşüyorum.
Yazın geçen o sıcak dönem bunu bana çok hissettirdi, Temmuz seçimleri. Hrant Dink'in öldürülmesinden bu yana da çok şiddetli hissettim. Zulme karşı neyle direneceğiz? Elimizde silah yok. Tek yapabildiğim şey yazmak. Bütün bu zulmun, haksızlığın, tahakkümün ve işgalin karşısında net bir duruşunuz olmalı. Bu anlamda bir direniş dili arıyorum. Bunu konuşmaya çalışıyorum.
Ben bu gündem dilini çok fazla konuşmamaya çalışıyorum. Sürekli yıpratılan bir dil. Bu şekilde dünyaya ve insana dokunamayız. Bizlerin üretip bizlerin tükettiği bir gündem algısıyla dünyaya dokunup zamanın ruhunu hissedebilmemiz mümkün değil. Bir su birikintisinde çırpınmak oluyor bu. Seçim öncesindeki çok sarsıntılı süreçte gördük bazı kesimlerin kendi toplumuna bakışlarını. Çok taşlaşmış ve donup kalmış bir yumak gibi bakıyorlar-baktılar toplumsal hakikatlere. Umulur ki bu süreçten özeleştiri yaparak çıkmışlardır.
Çok da emin değilim. Çünkü siyasi, ideolojik bakış bir çok şeyde olduğu gibi gerçeği görmelerine engel oluyor. Burada sevgi eksikliği olduğunu düşünüyorum. Severek bakabilirsek eşyanın hakikatine, biraz sevebilirsek. Kendimizi çok daha fazla verebiliriz. Akleden kalp tabirini çok severim. Bu anlamda kalp ve akıl bir bütündür. Kalbin örtüleri yoktur. Milli, etnik, ırki bağlarla değil kalbi bağlarla bağlanabilirsek birbirmize, kalpler fethedilirse, toprağın işgali söz konusu olmaz. Bu yaklaşım bizim görünmeyenin arkasındakine bakmamıza vesile olur.
Böyle diyenler de yine niyet okuyorlar. Altı ay önce irtica geliyor deniliyordu. Eğer siyasi simge olarak kullanılıyorsa rahat etmeleri lazım. Demek ki irtica gelmeyecek . Örtünen ne kadar insan varsa o kadar niyet vardır. Kimse kimsenin kalbini okuyup neden örtündüğünü söyleyemez. Babasının zoruyla örtünmüş olabilir ama sonradan örtüyü sevmiş ve benimsemiş olabilir. Ya da tam tersi. Siyasi semboldür diyenler asıl siyasi olarak bakıp bu meseleden siyaseten nemalanmaya çalışıyorlar.
Hiçbir şeyi değiştirmez. Örtünme meselesi herkesi kendi tuzağına düşürüyor. Sosyolojik verilerle bir şey kanıtlamaya çalışıyorsunuz. Bir gün kapalı olan ertesi gün açık gelebiliyor yanınıza. Peki bunu nasıl sınıflandıracaksınız? Herkesi kendi verdiğimiz tanımlara hapsederek ülkenin örtünme gerçeğini anlayamayız. Savunduğunuz düşünce doğru bile olsa örneğin; mahalle baskısı ile örtünmüş olsa da karşınızdakine neyi kanıtlamış olacaksınız? Bu kişiyi mahalle baskısı yüzünden kapandığı için idama mı mahkum edeceksiniz? Başka bir dille konuşmaya başlamak zorundayız.
Yıpratılmış bir gündem diliyle kendi iç dünyamıza ait hiçbir şey diyemeyiz artık. Biraz daha dinin özüne dönerek konuşabilmemizi çok isterdim. Yeri geldiğinde birçok kişi ”biz de sorgulayalım örtünmek ne demekmiş” diyorlar. Ama bunu sorgulayabilmeleri için bir çok şeyi bilmek gerekiyor. Inanmak gerekmeyebilir. Batı'da bir çok sosyolog veya siyaset bilimci inançlı olmamalarına rağmen, dinler tarihini, dini terminolojiyi çok iyi bilirler. Bilmekle de yükümlüdürler. Ama burada dinin içinden konuşmaya başladığınız anda hakir görülüyorsunuz.
Bazı medya insanları kendileri çıkıp konuşuyorlar, kendilerini okuyorlar, kendilerini yazıyorlar ve polemik çıkartıyorlar. Toplumda böyle bir mesele yok. Başörtüsü mevzundaki bir yazımdan sonra bir okuyucum beni 'bu ülkede başörtüsü sorunu yok, başörtüsü yasağı sorunu var' diye uyarmıştı. Bu kadar basit bir şey bile bugün zihnimizi ele geçiriyor. Bazıları da başörtüsünü savunurken neden başörtülü olmadığımı soruyor.
Başörtüsü yasağına karşı çıkmak için başörtülü olmak gerekmez. Haksızlıklar hepimizin meselesidir. Bu ülkede kadınlara yapılan zulüm, gayrimüslimlere yapılan tehditler sadece o kesimleri ilgilendirir diyorsanız, nasıl mücadele edeceksiniz daha adaletli bir dünya için? Mümin bir kalp kimseyi ötekileştiremez. Ötekileştirmenin olmaması ne demektir? Buradan başlamalıyız bir arada yaşama serüvenimizi düşünmeye. Ama maalesef bunun nasıl bir nimet olduğunun farkında değiliz. Milli, etnik , ırki korkularla Müslümanlar da kendi iç dünyalarında bölünüyorlar. Tabii emperyal niyetli odakların da elini güçlendirmiş, işini kolaylaştırmış oluyor hakikate bu kadar 'parçalı' bakmamız. Önce 'iç dünyamızda' başlıyor çünkü bölünmeler.
Eski yaşadıklarımızı bir kez daha yaşadık. Hrant Dink'in ölümünden sonrasında olanları da daha önceki benzer cinayetlerde yaşamıştık. Sürekli yeni bulgular, yeni kafa karışıklıkları. çözülemeyen bağlantılar. Ben bu anlamda pek umutlu değilim.
Belli bir zulüm var. Zulmedenin kimliğine bakılmaz. Ne ırkı, ne etnik kökeni önemli değildir. Ancak hak ve hukuk üzerinden bakabilirsiniz. İnsanların bazı tanımlar ve yakıştırmalar üzerinden kendi haklılıklarını oluşturmaya çalışıyorlar. Hakkaniyeti ve adaleti ararken ölçünüz vicdan olmalı, herhangi bir kimliğiniz sizi haklı ya da haksız kılmaz.
Hak kavramından uzaklaştığımızı düşünüyorum. Çünkü biz hak işin içine girdiğinde kendimizi haklı karışımızdakini haksız konumuna düşürüyoruz. Her zaman haklı olmak faşizmdir. Çünkü mutlak hak bize ait değildir. Hak ve haksızlık karşısında yalpalamadan vicdanın örtüsünü kaldırmamız gerekiyor. Hrant Dink bir vicdan savaşçısıydı.
Çevremdeki bazı kişiler “o da öyle konuşmasaydı” dediler. Sorduğunuzda ne bir yazısını okumuşlar, ne de fikirlerini biliyorlardı. Yanlış bir şey söylemiş olsaydı bile bunun cezasını verecek olan hukuk kurumlarıdır.
Abdi İpekçi babamın amcasıydı. 79 yılında katledildi. 80 darbesini hazırlayanlara bu cinayet bir vesile oluşturdu. Tetikçi bulunmuş olsa bile birçok delil saklandı ve hiç bir zaman cinayet aydınlatılamadı. O dönemdeki siyasi koşullarla bugünkü koşullar çok farklı. Keşke onu tanıyabilseydim. Siyasi görüşleriniz akrabasınız diye ille aynı olmak zorunda değildir. Ama eminim hak hukuk ve vicdan açısından kendime örnek alacağım biriydi. Onun o çalkantılı yıllardaki yazılarını bulup okumak, idrak etmek gerek. Ondan sonra ancak şu konularda benzer yaklaşımlarımız olmuş, şu konularda bugün olsa ayrı düşerdik diyebilirim.