Birol Güven: “Özel ve marjinal bir yaşantım yok. Zaten Anadolu Yakası'nda oturuyorum, zamanımın çoğunu çocuklarımla geçiriyorum. Bu sıradanlık tekste de yansıyor. Ama baktığınızda sıradanlığı kimse yazmıyor.”
Efsanevi komedyen Charlie Chaplin, 'Komedi yapmak için tek ihtiyac?m bir park, bir polis memuru ve güzel bir k?z.' der komedi için. Aslında bu kadar basitlik içinde komik olanı göstermek maharet belki de... Tabi burada en ağır görev senariste düşüyor. Üstelik bunu Birol Güven gibi her hafta yapıyorsanız, daha da zor. Haftada 12 bin kelimeyle seyirciyi ekran başında tutmayı başaran Güven, aslında sanıldığı gibi çok da komik olmak gibi bir derdi yok. Derdi; “Gerçek”lik içinde spontan komedi yapmak. Güven'e göre gerçek hem komik hem de değil, önemli olan ona nereden baktığınız...
İlk Gani Müjde'nin yanında başladım. Bir senaryo ekibi vardı, onun ekibine karıştım. Sonra Cem Özer'in Laf Lafı Açıyor programına küçük sözler yazdım, bugünün Twitter'ı gibiydi. Senaryo yazmayı ondan sonra öğrendim. Belli bir yaşa gelince insan daha kolay öğreniyor.
Yazarlıkta geç başlamak bir avantaj. Piyano gibi değil, belki ona erken başlamak gerekiyordur. Burada vesile olmak önemli. Gani Müjde benim yazmama vesile oldu. Ben de birilerine vesile olacağımı düşünüyorum. Sadece bu kadar. Bence hepimizin içinde Yeşil Çam hayali var. Hepimiz ona bir şeyler borçluyuz.
Çarkın içine giremezsin ama yazarsın. Ben buna katılmıyorum. Bugün bile piyano çalmaya başlanabilir aslında. Ben Hacettepe'yi bitirdikten sonra Antropoloji mastırı yapmak istedim. Başvurdum oradaki hoca; “Git 15 yıl bir yerde çalış, sonra evlen çocuk sahibi ol, boşan ondan sonra gel master yap” dedi.
Şu anda onu çok iyi anlıyorum. Hayatı tanımıyorsun ki master yapsan ne olur? Her şey bir yaşanmışlık olduktan sonra anlam kazanıyor.
Benim özelliğim şu; hayatım çok sıradan. Yazdıklarım gibi yani... Özel ve marjinal bir yaşantım yok. Zaten Anadolu Yakası'nda oturuyorum, zamanımın çoğunu çocuklarımla geçiriyorum. Bu sıradanlık tekste de yansıyor. Ama baktığınızda sıradanlığı kimse yazmıyor.
İnsanlar hep büyük öykü peşinde. Tecavüzler, entrikalar, kaçırmalar, hastalıklar… Herkes film öyküsü peşinde koşarken biz hayata dair küçük tespitlerin peşinde koşuyoruz.
Bilmiyorum ama yapabildiğim bu.
Faydası olsun diye yapmadım ama faydası oldu. Belki de yaşadıklarım yazdığım türe çok uygundu.
Kendi aile yaşantım biraz Çocuklar Duymasın'da işlediğim konuya benziyordu. Ama geldiğim aile de En Son Babalar Duyar gibi kalabalıktı. İnsan en çok kendi çevresini yazabiliyor galiba… Ben hayalimden yazamıyorum. Bana deseler “Uzayda geçen bir senaryo yaz”. Ben de “Bir gidip görmem lazım” derim. Bu benim kendimi güçlü hissettiğim bir alan. Gerçeklerden besleniyorum.
Siz gelmeden önce arkadaşlarla Çocuklar Duymasın'ın senaryosunu konuşuyorduk. Konu “Haluk ve okuma gözlüğü”. Kırklı yaşlardan sonra insanlar bir şeyi okuyabilmek için okuma gözlüğü takmak zorunda. Onun insanda yaşattığı travmayı anlatıyoruz. Aslında bence okuma gözlüğü yaşlılığa da ilk adım. Düşünsenize her gün okuduğunuz bir şeyi bir gün okuyamamaya başlıyorsunuz. Bu bence bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket!
Bilmiyorum. Ama gelenekleri bilirim. Ben kendimi bir taraf olarak görmüyorum. Modernizme karşı biri olarak yazmıyorum. Onu yazarken Türk insanın genel olarak modernizm ile bir meselesi olduğunu göstermek için yazıyorum. Realite olarak kabul ediyorum, “Bu doğrudur” diyorum ve yazıyorum. Bir tarafta değilim.
Ben yazdıklarım içinde bir ahlaki ders olduğunu düşünmüyorum. Çünkü o subjektif bir şey. Ahlak bölgeden bölgeye, şehirden şehre göre değişiyor. Dolayısıyla ne ben ne de başkası ahlaki meseleler konusunda ders veremez. Ama bizim zaman zaman yaptığımız ve bizi diğer dizelerden ayıran şey; kamu yararına bilgi vermek. Ama onun içinde ahlaki bir şey yok. Dramlar, çok absürt komediler, salt komedi, bir de bizim gibi hayat kadar komik olanlar var.
Çok komik bulmuyorum. Zaten biz çok komik yapmamaya çalışıyoruz.
Çünkü hayat o kadar komik değil. İlle her sahnede 'Güldürelim' demiyoruz. Dün akşam 30 dakikalık bir bölüm vardı. Hiç komik değildi ama çok güzeldi. Karı koca bir konuda tartışıyorlardı. Zaten hayat da öyle. Şu anda gülmüyoruz mesela. Benim yaptığım hayat kadar komik, hüzünlü, eğlenceli ama yüzde yüz komik veya yüzde yüz hüzünlü bir dizi değil.
Eğlenceliyimdir ama çalışırken değil. Yazarken çok sevimli olamıyorum. Çünkü çok zor bir şey yapıyoruz. Televizyonculuk zamana karşı yapılan bir iş ve ben zamana karşı senaristim. Sadece senarist değilim. Pazartesi günü saat 11'de senaryoyu mail atmak zorundayım. Eğer atamazsam siz o hafta o diziyi seyredemezsiniz.
Başarı. Bu bütün insanlar için geçerli. Para çok da önemli değildir aslında. Bütün insanların benim de dahil, bilinç altımızda hepimizin peşinde koştuğu şey takdir edilmektir. Bu ev kadını içinde geçerli. Kadın kocasının “Ne kadar güzel yemek yapmışsın” demesini bekler. Para ilk başta çok heyecan verici belki ama çok zengin olanlar bile bir süre sonra başka türlü toplumun karşısına çıkıp takdir bekliyorlar.
Tabii… Başarısız olduğumuz projeler oldu. Mesela “Anadolu Kaplanı” çok güvendiğim bir projeydi. Çok çalıştık ama istediğimiz sonucu alamadık.
Zaman zaman öyle. Ama bu bize özgürlük veriyor, kendinizi bağımsız hissediyorsunuz. Burada patron benim ama hepsi arkadaşım. Patron yok yani… İstersek dizi yapmayız, film yaparız. Ya da kapatırız bir yıl çalışmayabiliriz. Ama birine çalıştığınızda başka bir memuriyet oluyor.
Evet. Ama film Türkiye'de çok büyük bir karar ve yatırım demek.
Bu ülkedeki ezber öyle… Bence birçok televizyon dizisi birçok filmden daha iyi. İçerik olarak bakıldığında bir çok filmin televizyon dizilerinin çok altında buluyorum. Bu sinemamın ritüeli ve idealize ediliyor.
Size tersini sorayım. Bu kadar izlenen filmleri televizyonda dizi olarak oynatın ve seyirciye bir uzaktan kumanda verin bakalım izlenecekler mi? Sinemada seyirciyi bir salona çağırıyorsunuz, seyrediyorlar. Ama asıl rekabetli ve zor olan televizyon. Çünkü kişi için vazgeçmesi çok kolay.
Sinema filmi yapsam stratejisiz yapmak isterim. Ben zaten televizyonda hedef kitleye yönelik bir şey yapıyorum. Tasarım yapıyorum. Çocuklar, AB grubu izlesin, hedef kitlesini ve rakipleri belirliyoruz. Bu hedef kitleye göre yapılan şey bizi sanattan uzaklaştırıyor. Sanat eseri olabilmesi için tasarlanmadan hedef kitle kaygısı taşımadan yapılması gerekiyor.
Hayır. Vavien gibi bir film yapmak isterdim. Bir Recep İvedik yapmak şart değil.
Görevimiz bu zaten. Sözleşmemizde bu yazıyor. Belli bir reytingin altına düştüğünde dizi yayından kaldırılır.
Onu kanala sormanız lazım. Biz ne reyting aldığımızı biliriz ama o reytingin kanala nasıl bir rakamla döndüğünü bilmiyoruz. Bir dizi devam ettiği sürece o kanala para kazandırıyor demektir.
Öyle bir tavrım yoktu. Tavrım şuydu: Oyuncuların kendi kimliklerini ne kadar medya önünde olur, tartışılırsa, oyunculuklarını olumsuz etkileyeceğini düşünüyorum. Biz neden Şener Şen'in girdiği her rolü benimseriz. Çünkü kendisi hakkında çok bilgimiz yoktur. O Muhsin Bey'dir veya Eşkıya'dır. Ama siz bir popüler figür olarak çok baskın olursanız, sizle ilgili her şey deşifre olursa o zaman sizden köylü kadın yaratmakta güçlük çekeriz.
Hülya Avşar için bir proje çalışıyorum. Ama hiçbirimizin aklına Hülya'dan “Bir köylü kadın yaratalım da gözleme yapsın” gibi bir figür gelmiyor. Bizim aklımıza gelmiyor, seyirci nasıl seyretsin? O yüzden de tanınmamış oyuncularla bir role inandırmak daha kolaydır.
Sitcom daha zordur. Çünkü sitcom dediğiniz şey aslında televizyon tiyatrosudur. Her şey sınırlı mekanda olup biter. Mutfak salon ve iş yerinden başka kullanacağınız bir malzeme yok. Her şeyi yapmış gibi kabul ediyorsunuz. Mesela, Haluk ve Meltem sinemaya gidiyorlar sonra geri dönüyorlar. Ama sinemayı görmüyoruz, aslında orada da çok malzeme var.
Çok uzun saatler çalışmıyorum. Yazmak çok önemli bir şey değil. Yeter ki yazacak bir şey olsun. Burada bir şeyler bulduğumuz zaman bizden herhangi biri yazabilir.
Yazıcıya gönderdiği çıkışı almak için gittiği ilk beş dakika! Sonra öteki bölümü düşünmeye başlıyorsunuz. Sürdürülebilir başarı çok önemli. Herkes hayatında birkaç tane güzel bölüm yazabilir. Ama her hafta zor...
Keşke olsa da yazsak. Gerçek hayat o kadar da ilginç değil. Biz aslında hayatın içindeki nispeten ilginç olayları yazmaya çalışıyoruz.
Bulunur. Ama orada da hep şunu düşünüyoruz, bir ressam hiçbir zaman “Ben resim yapmayayım çünkü bütün resimler yapıldı” demez. Hayat devam ediyor sonuçta.
Hayır değil, çünkü onu yapmasam da o şekilde anılıyorum zaten. Barış Manço'ya bir röportajında: “Bir şarkıyla ünlü oluyorlar” demişlerdi. O da “Herkes bir şarkıyla ünlü olur. Ben de Dağlar Dağlar şarkısıyla ünlü oldum” demişti. Herkesin anıldığı tek bir şey vardır.
Hayatımda iki tane projem var; biri oğlum diğeri de kızım. Gerisi umurumda değil. “Başarısız olursan ne yapacaksınız?” diyorlar. Başarısız olayım ne fark eder? Kaldı ki başarısız olmak bu ülkede risk değil ki, başarılı olmak risk. Başarısız olunca size kimse bir şey demiyor. Başarılı olduğunuzda herkesin başka bir yüzünü görmeye başlıyorsunuz.
Bizim de reyting kaygımız var ve bunun için uğraşıyoruz.Ama biraz geriye çekilip baktığınızda ben kendimi güçlü hissediyorum. Buradan çıkıp eve gidiyorum, bakıyorum çocuklar ödev yapıyor. O kadar küçük bir hayat yaşıyorum ki gerisi umurumda değil. Hala televizyoncu olmadan önceki evimde oturuyorum. Benim için bir şey değişmedi. Genel olarak zenginliği sağlık olarak gördüğüm için de çok önemsemiyorum. “Bu maçı alacağız başka yolu yok” insanı değilim. Hayatımda “Şu olmazsa yaşayamam” diye bir şey yok. Olmazsa olmasın başka bir şey yaparız. Ama Çocuklar Duymasın dizisini yapmayı, yazmayı seviyorum.
İnşallah öyleyimdir. Dezavantjı yok bana göre.