Acıyı, sevgiyi “bakın ben ne kadar acı çekiyorum, sevgim de ne kadar büyük” der gibi insanların gözüne sokmak nasıl bir edepsizlikti, işte bunu Hrant'ın vurulduğu gün öğrendim
Eski Yunan'da "parrhesia" diye bir tabir kullanılırdı. Foucault bunu “konuşmanın, özgürlüğü kullanmak ve göz boyama yerine dürüstlüğü, yalan veya sessizlik yerine doğruluğu, yaşam ve güvenlik yerine ölüm riskini, yalakalık yerine eleştiriyi, menfaat ve ahlaki duyarsızlık yerine ahlakî görevi seçmek” olarak yorumluyor. Parrhesia, yani “doğruyu söylemek” eylemini, hiç dolanmadan, aklına ve kalbine sansür koymadan direk cesurca söyleme eylemini yapanlara parrhesiastes adının verildiğini söylüyor.
Hrant Dink gerçek anlamıyla bir parrhesiastes idi bence. Ona ceza verenler, ya da yazdıklarını yanlış anlayanlar, kalplerindeki alçak geçiren filtrelerle yazılanların içindeki üsluba ya da kelimelerin dış anlamlarına taktılar. Asla altında ne demek istendiği veya nasıl bir acıyla yazıldığıyla ilgilenmediler.
Dünya, büyük zulümlerin ateşiyle yanarken, bu yangını söndürmek için çıplak elle ateşin içine elini sokmaya niyetlenir bazıları. Bu cesarete sahip çok az insan tanıdım. Ancak, tarihi olumlu anlamda değiştirenler, değişik türde ateşlerin içine ellerini sokan insanlardır. Hakkaniyetli insanlar işte bu cesarete sahip olan insanların arkasında sıralanırlar çoğunlukla. Hrant Dink ateşin içine elini sokabilecek cesaretiyle bu ülkedeki en önemli şahsiyetlerdendi bence. Sayıları tarih boyunca çok az olmuş “parrhesiestas”lardan birisiydi. Bu yüzden, katledilmesi, yanlış anlaşıldığı için değil, tam da doğru anlaşıldığı için oldu. Çünkü güç ve iktidarı amaçlayan, bu iktidarın baki kalması için her türlü şeyi yapmaya meyilli olanlar doğruyu söyleyenlerden hoşlanmazlar.
Hrant Dink bir “parrhesiestas”tı; çünkü ezici ve yok edici iktidarın baskısına karşı azınlığın, ezilenin, mazlumun söylemini dile getiren cesaretli bir insandı. Hrant Dink o ateşe elini sokandı. O her şeyden önce tüm dalların toplandığı ve bütün kainatın ucuna bağlandığı köke direk ulaştıran bir başka kök olan Aşk'tan besleniyordu. Hayatının anlamıydı bu. Tüm kâinatın tutunduğu kökün hissedilebilmesi demekti bu aslında.
Hrant Dink'in hayatı sanki bu büyü ile şekillendirilmiş gibiydi. Çocukluğundan itibaren yaşadıkları, sürgünler, acılar hep kanayan bir şey oldu yüreğinin ta ortasında. İşte bu duygu çok uzaklarda çekilen acılar için bile yüreğinin acımasına sebep olan şeydi. Bir acı içecek gibi insanın canını yakan bu duygu, kalpte hep daha büyük, hep daha güçlü bir sızı açardı. Belki de Hrant'ı bu toprakların güzel meyvesi haline getiren bu yaşadıkları ve yaşadıklarının sonucunda oluşan katıksız Aşk'tı. Aşk, insanları sevmek için de daha geniş bir alan açıyor insanın kalbinde. Kalbin daha geniş bir alanını kendi kapladıkça, tuhaf bir tezat ve tüm fizik yasalarına aykırı şekilde başka sevgilere de daha çok yer açılıyor.
Sevgide bu dereceye gelmiş bir insan, nerede bir haksızlık olsa, bunu, sanki bütün dünyanın problemi buymuş gibi anlatmaya koyulur. Bu çığlıklar önce “ne diyor acaba, ne kadar da yüksek sesle çığlık atıyor” tarzı tepkilerle karşılanır. Sonrasında çığlıklara “ne kadar da rahatsız edici çığlıklar canım, sussa artık” türü tepkiler gelmeye başlar. En sonunda artık bu çığlıklar kanıksanır ve kimse duymaz olur söylenenleri. İnsan bir nevi mahallenin delisi olur ve “eh işte o öyle söyler bir şeyler dert etmeyin” tarzı sözlerle karşılanır artık. Ancak, çoğunluk bu tür çığlıklara kulağını kapasa da, bir grup vardır ki, bu çığlıkların bir gün toplumda duyulur hale gelmesinden korkmalarından dolayı çığlık atana karşı plan program içinde olurlar. Haksızlığa karşı çığlık atan Hrant'a, bu çığlıkları çoğunlukla görmezden gelen ve Hrant'ın “bu toplumda güvercinlere dokunulmaz” diyerek tanımladığı toplum tarafından değil belki ama onların sessizliğini fırsat bilen plancılar tarafından kıyıldı.
Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından gelen bir iki hafta boyunca çok üzgün olduğumu hatırlıyorum. Öldüğü yerdeki resminin kafamda oluşturduğu imgesi çok canımı yakmış, çok sarsılmıştım. Evvel ezel tepkisizliğinden şikâyet ettiğim insanlardan, tepkisizliğin yanında zulme ortak olabilecek tepkiler gelmişti o dönemlerde. Ingeborg Bachmann'ın dediği gibi küçük cinayetlerin, insanların günlük hayatlarında fark etmeden yaptıkları küçücük zalimliklerin, daha büyük cinayetlere ve faşizme yol açtığını düşündüğüm için, bu küçük cinayetlere olanca gücümle tepki vermeye çalışmıştım.
O günlerde çok sevdiğim bir arkadaşıma, bu cinayetle ilgili neden hiç yorum yapmadığını sorup, zulme karşı susanın “dilsiz şeytan” olduğunu söyledim. Karşılığında “Abi zahirle hüküm verirsen nice Mansurları darağacına gönderirsin” diye bir cevap almıştım ve bu cevap beni son derece derinden sarsmıştı. Bu sarsılma, her türlü acının sonrasında, acı duyanın büyük sorgucuya dönüşme tehlikesini ortaya koyması açısından önemli bir sarsılma oldu benim için.
Net ve açık bir zulmünü görmediğim bir insana, adeta “gel beraber acılarımızı yarıştıralım, sen mi daha çok acı çektin ben mi?” der gibi bir böbürlenme tam da Hrant'ın uzak durmaya çalıştığı gösterişçilikti hâlbuki. Acıyı, sevgiyi “bakın ben ne kadar acı çekiyorum, sevgim de ne kadar büyük” der gibi insanların gözüne sokmak nasıl bir edepsizlikti, işte o gün anladım. O gün düşünmüştüm; çok sevdiğimiz birisinin hunharca öldürülmesi bir başka cinayeti haklı kılar mıydı? Tek problemi suskunluk olan insanların, susmalarının sebebi bence “dilsiz şeytan” olmaları ve haksızlığı onaylamalarıydı o zamanlar; ama bir de Hallac gibi susanlar vardı. Hallac'ı konuşturabilmek kimin haddine olurdu ki, benim haddime olsun?
Mansur'u, Hrant'ı ve nice böyle insanları darağacına göndermemek için, sadece haksızlığa karşı sesini çıkarmanın yetmediğini; aynı zamanda güvercin suskunluğunu anlamanın da gerekliliğini anladım o günlerde. Zira haklı olmanın felsefesi ve edebiyatını yapmaya başlayınca insan çabucak zalim haline gelebiliyordu.
İşte o gün, bazı insanları suçlayan, bazılarını farkındasızlıkla itham eden, vicdandan, sevgiden dem vuran hareketlerimden, sözlerimden, yazılarımdan oluşmuş, her biri görkemli bir ağacın bir dalında keskin kokulu, parlak renkli tomurcuklar gibi duran şeyler tek tek kokusunu yitirdi, renkleri sarardı ve tek tek ağaçtan düşüp kayboldu. Bu ağacın tomurcuklarının yitip gitmesi gibi, küçülmeye, sararmaya, solmaya ve içime dönmeye başladım. Anladım ki “ben” küçüldükçe vicdan demek olan “Ben” büyüyordu. Sanırım Hrant'ı, tam anlamıyla o gün, o dostumun büyük tokadıyla anladım ve bu haliyle daha da saygı duydum.