'Kültürel pornografi'nin esareti altına girmiş bir toplum (*)

Ali Murat Güven
00:0028/12/2008, Pazar
G: 28/12/2008, Pazar
Yeni Şafak
'Kültürel pornografi'nin esareti altına girmiş bir
'Kültürel pornografi'nin esareti altına girmiş bir

“Pornografi” sözcüğü, 1990'lardan itibaren, sinemanın “ahlâkî açıdan iflas” anlamına gelen bir alt-türünü tanımlamasının yanısıra, hayatın geneline karşı benzer yönde bir bakış açısına sahip geniş çaplı bir “kitlesel algı”nın da tanımlayıcı terimine dönüşmüş durumdadır.

Bu saatten sonra özel hayatlarımızda pornografik yapımları tüketelim ya da tüketmeyelim, bu pek de önemli değil artık; çünkü zaten toplum olarak hayatın tamamını “pornografik bir düzlem”de yaşar hâle geldik/getirildik.

“Sinemadaki pornografi” nasıl ki insanı ruhsal boyutundan özenle ayrıştırıp onu ruhsuz, kimliksiz, kişiliksiz, mahremsiz ve utanma duygusundan tamamen uzaklara savrulmuş 60-70 kiloluk bir et yığını olarak tasvir ediyorsa, bilincimizin en derinlerine kadar işlemiş bu “pornografik algı”yı da insana ilişkin her vaziyeti “bel altı hizasından görme” hâlinin bir tezahürü anlamında kullanıyorum. Sözünü ettiğim hastalıklı bakış açısı, kişileri hayatı yorumlayışlarında gün olur öylesine aşağılık bir noktaya sürükler ki böylesi tiplerin trafik kazasında can çekişen acz içindeki bir bedende bile ilk anda dikkatlerini çeken şey, ölmek üzere olan kişinin iç çamaşırları ya da -ortamda yaşanan kargaşadan istifadeyle- çalınmaya oldukça müsait durumdaki kişisel eşyaları olur.

İnsanı insan yapan bütün o kadim değerlere yönelik bu hoyrat bakış açısı geçen yüzyılın başlarında Batı'dan çıktığı o uzun ve bulaşıcı yolculukta, 2000'ler itibarıyla ne yazık ki ülkemiz insanının ruhuna da ulaşmış ve artık onu da büyük ölçüde etkisi altına almış durumda…

Medyasıyla, siyasetçisiyle, bilim insanlarıyla, esnafıyla, tüccarıyla, hattâ ve hattâ televizyon televizyon, şehir şehir gezip kendi “Protestan İslâm”larını para karşılığı düzenledikleri program ve konferanslarda satıp duran -sözde- ilâhiyatçılarıyla, Türkiye'nin ruhunu elbirliği içinde bir güzel kirlettiler. Ve gelişi büyük umutlarla beklenen, iktidarı bayram sevinciyle karşılanan bir siyasal hareket de bu rezil gidiş karşısında ciddi bir tavır sergileyip ona dur diyemedi. “Makam”ı, “kadın”ı ve “para”yı hak bir düzenin yolunda verilen onca mücadelenin nihai ödül nesnelerine dönüştüren pornografik bakış açısı, bazen bizzat o hareketin mensuplarının da istemli-istemsiz katkılarıyla giderek toplumun bütün katmanlarına sinsice yayıldı.

Ülkeye bakıyorsunuz; normal koşullarda aynı caddeden bile birbirlerinin ardı sıra geçmeyeceğini düşündüğünüz bir takım kişiler “Ergenekon” çatısı altında yıllarca elele yürümüşler.

Ömrünüz boyunca üzerlerine toz kondurmadığınız en dindar politikacıların, aslında “en büyük yiyiciler” ya da “en azgın zamparalar” olduğu ortaya çıkıyor.

Himmetinden istifade etmeye çalıştığınız en büyük din bilgeleri, küçük bir ilçedeki bir salon dolusu insana din üzerine nasihat etmek için, “taşra festivalleri için belediyelere üçüncü sınıf sanatçı pazarlar” edâdaki menajerleri aracılığıyla organizatörlerden binlerce lira para istiyorlar.

Milliyetçi ya da İslâmcı hareketler her türlü geleneksel söylemlerinin karşısında havlu atıp yıllarca yerden yere vurdukları kapitalizmin en vahşi versiyonuyla büyük bir gönül rahatlığı içinde eklemlenirken, kimileri için ciddi bir özgürlükçü alternatif anlamına gelen “sol” bile sosyalist düşüncenin evrensel tanımı ve ideallerinden bütünüyle uzaklaşıp, tam anlamıyla “statükocu” ve dahası “faşizan” bir çizginin üzerine demir atmış durumda…

Özetle, toplum olarak nicedir “kaos”un en kafa karıştırıcı hâlinin içinde yüzmekteyiz.

İnancı da dahil, bugüne kadar doğru bildiği her konuda beyin felci yaşayan böylesine şizofren bir toplumda sinema sanatının alabileceği genel görünüm de bundan daha farklı olamazdı hiç kuşkusuz. 2000'lerde öyle bir kamuoyu, öyle bir genç kuşak yarattılar ki şov adamı Cem Yılmaz sahneye çıktığında dakikalarca sussa kahkahalarla gülüyorlar, tek bir kelime etse yine gülüyorlar, “Hepinizin anasını avradını…” diye başlayan usturuplu bir küfür savursa o zaman hepsinden çok daha fazla gülüyorlar.

Bu konuda mübalağa falan yapmıyorum, Yılmaz'ın reklâm çekimlerinin kamera arkasındaki en ağıza alınmadık küfürlü prova görüntüleri, yine o ve oynadığı reklâmın yapımcı şirketi tarafından Youtube sitesine “sempatik bir propaganda malzemesi” olarak yükleniyor ve bunlar kısa süre içinde anılan sitedeki en çok izlenen videolar kategorisine tırmanıyor. Dileyenler, aradıklarında hemen bulabilirler bu gibi kayıtları. Hattâ, aynı oyuncunun görece daha derli toplu filmlerinde, nadiren ağlamaklı olduğu sahnelere bile kahkahalarla gülen hasta ruhlar gördüm ben… Pavlov'un köpekleri gibi buna şartlandırılmışlar çünkü, “Ağlanacak anlar da dahil, hayatta karşılaştığın her duruma bol bol güleceksin. Bu şekilde bütün sıkıntılarından kurtulursun” diye öğütlemiş bir kez beyin yıkayıcı takımı. Ve bu Pollyannacılık oyununu da “uzun yaşamanın reçetesi” diye yutturmuşlar muhataplarına...

Ancak, şu da unutulmasın ki yalnızca deliler her şeye nedensiz bir biçimde ve bu sıklıkla gülerler.

Eski Türk komedisinde argonun bile kendi içinde ahlâkî bir temeli, etnik-etimolojik bir tutarlılığı vardı. Rahmetli oyuncu Kemâl Sunal'ın köyden kopup kente gelmiş “Şaban” karakterleri, taşradan metropole taşıdıkları o hınzırca Şark kurnazlığı içinde, belli bazı şivelerin uzantısı olarak arada sırada kaba bir söz sarfederlerdi ki bu da o yörenin kültürel özelliklerini bilen izleyiciler için hiç rahatsız edici olmazdı. Sunal'ın, köyden kente gelen cahil fakat uyanık biri olarak, “cin olmadan adam çarpmaya” çalışırken söylediği muhtelif sözler, onun kendi çapındaki uyanıklığının bir taşlaması olarak görülürdü çünkü…

Günümüz Türk komedisinde ise “argo konuşmak”, kaliteli bir esprinin taşıyıcısı ya da başlatıcısı değil, doğrudan doğruya “kendi başına bir espri unsuru”na dönüşmüş durumda… Çevrenize dikkatlice bir bakın, “Gora”yı, “Arog”u, “Muro”yu ya da “Recep İvedik”i izlemiş genç kuşak izleyicinin bu filmler arasında bir mizahî kalite kıyaslaması yaparken en sık kullandığı karşılaştırma argümanı, “hangisinin daha çok küfür içerdiği” yönündeki o beylik muhabbetler değil midir?

Senarist tarafından neden, nerede ve nasıl söyletildiğinin hiç bir önemi yok; bir adam ya da kadının kameraya doğru bakıp “Sizin topunuzun sülalesini…” diye başlayan bir hakaret cümlesi savurması bile günümüz gençliği tarafından bütün salonu kırıp geçiren muhteşem bir güldürü malzemesi olarak algılanabiliyor.

Çünkü, dediğim gibi, yalnızca sinema ve televizyon yayınlarını değil, aynı zamanda hayatın bütün cephelerini “pornografikleştirdiler”. Artık yalnızca kızgınlıklarımızı değil, aynı zamanda en mutlu anlarımızı dahi küfür ederek kutlayan bir çapulcular sürüsüne dönüştük biz. Futbol maçlarında ezici bir üstünlükle galip gelen takımın taraftarlarının ezilmiş rakiplerine son dakikaya kadar en galiz küfürler eşliğinde karşı tezahürat yapması da bunun bir kanıtıdır. Geçen yıl, Beşiktaş'ı bir rövanş maçında sahasında yenen Liverpool futbol takımının İngiliz seyircilerinin, ilk maçta aldığı sürpriz galibiyetten hareketle siyah-beyazlı takımı stadyumdan uğurlarken içtenlikle alkışlaması, yalnızca futbol fanatiklerimiz cephesinde değil, böyle bir kültüre oldukça yabancı olan Türk spor yazarları arasında da şaşkınlıkla karışık bir gıpta duygusu içinde izlenmişti.

Başarı karşısındaki bir doygunluk/doymuşluk hâli, hiç kuşkusuz ki bu tür olgun tavırları da beraberinde getirecektir; bizim toplumumuz açısından ise hayatın pek çok boyutuna ilişkin böyle bir doygunluk/doymuşluk hâli henüz çok uzaklarda bir yerde bulunmakta…

İnsanların toplumsal ahlâk kurallarıyla uyumlu doğru düzgün bir evlilik yapabilmek için “yüzgörümlükleri”ni, “başlık parası” işkencelerini, taraflara dayatılan bin türlü mal-mülk şartını aşamadıkları az gelişmiş bir ülkede yaşıyoruz. O yüzden de tıpkı “cinsellik” gibi, hayatın hiç bir cephesinde henüz “dünya nimetleri”ne doyamamış aç bir toplumuz. Böyle olunca, o hayatın olumlu ya da olumsuz her yeni gelişmesine yönelik tepkilerimize de bilinçaltımız, yani “pornografik içerikli küfürler” damgasını vuruyor.

Demokratik bir sistemde toplumun “annesi” ve “babası”, o toplumu yöneten devlet temsilcileridir.

Dilimizde, “İmam bilmem ne yaparsa, cemaat daha da beterini yapar” şeklinde çok güzel bir atasözü bulunuyor. Bizim durumumuz da aynen böyle; en az yarım yüzyıldan beri son derece düşük kalibreli adam ve kadınların ebeveynliğinde yetiştirildik; mensuplarının birbirlerine canlı yayınlarda en olmadık hakaretleri ettiği, bazen de tabanca çekip birbirini vurduğu bir Meclis'e saygı duyarak büyüdük ve bu yoldan ilerleyerek ülkenin Cumhurbaşkanı'na, yaşlı annesinin etnik kökeninden hareketle kara çalmak için çırpınan sosyal demokrat “Cumhuriyet anneleri”ne kadar ulaştık.

Sonuçta ise “Türkiye ülkesi”nin cemaati, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle, köylüsüyle, kentlisiyle işte böyle imamları takip ederek, beyin kirliliği açısından değme porno filmlerin yol açamayacağı düzeyde bir vahşet noktasına taşınmış oldu. Bu kirlenişin gündelik hayattaki tek yansıması da konuşurken bol bol argo kullanmak ve ekranda karşısına çıkan her kaba söze katıla katıla gülmek değil elbette. Daha önceki satırlarda da ifade ettiğim üzere, karşılaşılan bir trafik kazasında ölmek üzere olan insana karşı en küçük bir insanca duygu beslememek, aracın koltukları kanla kirlenecek diye ona yardım etmekten kaçınmak ya da -bazı inanılmaz vak'alarda gözlendiği üzere- onu yerden kaldırıp yakınlardaki bir ormana “topluca tecavüz etmeye” götürmek, en kötü ihtimalle yüzüğünü, saatini, çantasını ve cep telefonunu çalmak şeklinde de tezahür ediyor bu “pornografik hayat algısı”…

Türkiye'de en basit tartışmaların ardından bile bu kadar kolaylıkla ve eften püften gerekçelerle çok sayıda cinayet işlenmesi, kişilerin tartışma yaşadıkları muhataplarının bedenlerine, o bedende bir “ruh” taşındığı gerçeğini umursamayıp yalnızca pornografik bir gözlükle, “et yığını” olarak bakmasından kaynaklanıyor.

Eğer Müslüman bir toplum olmasaydık, emin olun bu çürüme çok daha çabuk gelişirdi. Ancak, İslâm'a bağlılığımız, söz konusu süreci yaklaşık yarım yüzyıl boyunca cansiperane bir direnişle erteledi. Öte yandan, günümüzde varılan trajik nokta karşısında mevcut İslâmî bilgilerimiz ve aldığımız yüzeysel eğitimin de artık pek yeterli gelemediğini görüyoruz. Çünkü, 2000'lerle birlikte, “kirlenenler”in saflarında azımsanmayacak oranda “dindar” figür de gözlenmeye başlandı.

Bundan sonra yapılacak şey çok açıktır. Bu anaforda yitip gidene haddinden fazla kafayı takmadan ve onlar için Allah'tan merhamet dileyerek, asıl enerjimizi elimizin altındaki çocuklara, daha da genel anlamıyla genç kuşağın temsilcilerine yöneltmek; onları alabildiğine seçici bir radyo, televizyon ve sinema beğenisi eşliğinde büyütmek… Hattâ, gerekiyorsa belli bir ön süzgeçten geçirmeden eve günlük gazete dahi sokmamak…

Belki, evimizin etki alanının dışına çıktıkları -okula ya da arkadaşlara gidiş gibi- zamanlarda, çocuklarımızı bu kirlilikten yine de koruyamadığımız dönemler olacaktır. Fakat, en azından, “büyük yargılama günü” gelip çattığında, “Ben, çevremdeki evlatlarım, yanısıra da akraba ve arkadaşlarımın çocukları için, böyle bir medyatik kirlenmeden uzak kalmaları adına elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım, ya Rab!” demeye yüzümüz olabilir.

İşte, benim de dört yıldan beri Yeni Şafak sinema sayfalarında, Türk sinemasının bugünkü karanlık yüzünü oluşturan o iğrenç -sözde- güldürü filmleri furyasına (ve diğer zihin kirletici ürünlere) karşı, bütün yalnızlığım, desteksizliğim ve sağdan soldan gelen kınama-aşağılama mesajları altında ısrarla ve inatla yapmaya çalıştığım şey tam olarak budur: Gücüm her ne kötülüğe karşı gelmeye yetiyorsa, bilek kuvvetiyle, konuşarak, yazarak ya da en azından kalbimin derinliklerinden gelen sessiz bir tepkiyle onu kınamak; böyle bir pislik yığınından uzak dururken sevdiklerimi de uzak tutmak…

Ne kadar çırpınırsak çırpınalım, çağrılarımıza herkesi uydurmayız; çünkü yaptığımız çağrılar herkeste aynı olumlu yankıyı bulmayacaktır. Fakat, Peygamber'e de Kur'an'da sık sık hatırlatıldığı gibi, bizim öncelikli görevimiz doğruyu anlatmak ve uyarmaktır. Bu gibi tavsiyelerimize uyan uyar, uymayana ise yalnızca üzülürüz.

Türkiye'deki İslâmî kimlikli medya, genel olarak hiç bir döneminde zahiri anlamındaki “pornografi”nin taşıyıcı ve yayıcısı olmadı elhamdülillah. Fakat, zihinlerin şiddete düşkünlük, yolsuzluk, ahlâksızlık, argo dil alışkanlığı gibi çok farklı cephelerden kirletildiği “kültürel pornografi”ye ise özellikle son yıllarda bu kesimde de belli ölçüde çanak tutulduğunu görüyor ve üzülüyorum. Şiddetin dibine vuran hastalıklı dizilere “Türkiye'deki derin devlet düzenine ilişkin önemli siyasal mesajlar verdiği” iddiasıyla çarşaf çarşaf övgüler düzen muhafazakâr gazeteler ve televizyonlar, bunlarda çalışan köşe yazarları ve programcılar var. Onlara zaman zaman o “muhteşem” dizilerin (!) son dört-beş yıldır kaç tane ortaokul ve lise çocuğunun sıra arkadaşları tarafından katline ya da yaralanmasına vesile olduğunu birilerinin mutlaka hatırlatması gerekiyor.

Müslümanlar olarak 21'inci yüzyılın dünyasında işimiz bugüne kadarkinden çok daha zor olacak. Ruhumuza ve benliğimize yönelik bu korsan sızmaların popüler bir formu da hayatın bütün değerlerini fütursuzca alaya alan, edep sınırını aşmış, hiciv ölçüsü kaçmış güldürü filmleridir. Bunlara karşı benliğimizde ve özel hayatlarımızda daha güçlü barikatlar kurmalı, yalnızca kendimizi değil, kolumuzun uzandığı bütün o küçük insanları “Lay lay lom, gülelim eğlenelim, kime kalacak bu dünya” tarzındaki bir hedonist bakıştan özenle uzak tutmalıyız.

Tiyatronun, sinemanın, televizyon programcılığının önemli bir türü olarak “hiciv” (taşlama) türüne, yüksek bir entelektüel kalite eşliğinde oluşturulan “mizah”a elbette ki evet diyorum. Ancak, şirazesi kaymış, tepeden tırnağa kokuşmuş durumdaki bir hayat tarzının bu sanatlara yansımasıyla ortaya çıkan yoz bir komedi anlayışına bütün kalbimizle hayır demeyi tez elden öğrenirsek, o namlulardan üzerimize doğru gönderilen mermiler de en azından bazılarımıza işlemeyecektir.

O “kalan sağlar” ise geleceğin aydınlık Türkiye'sini kurmaya fazlasıyla yeter. Biz ki işe önce kendi çevremizi korumaktan başlayalım.


* * *

(*) Bu yazı, yönetim merkezi Ankara'da bulunan aylık kadın dergisi “Turuncu” için, derginin editöryal ekibinin Ocak-2009 sayısında yayımlanmak üzere hazırladığı “Yeni Türk sinemasındaki yoz komedi anlayışı” başlıklı araştırma dosyasına katkı amacıyla kaleme alınmıştır.
Anılan dergiyi daha yakından tanımak isteyenler, gazetemizde 17 Eylül 2006 Pazar ve 17 Şubat 2008 Pazar tarihlerinde yayımlanan aşağıdaki iki haberi okuyabilirler: