Gözün arkada kalmasın Bahattin! Senden sonra da bu dava ortada kalmayacak, bıraktığın yerden, yetişen yüzlerce, binlerce Bahattin'lerle devam edecek inşaallah...
Rahmetli Muhammed Tayyib Okiç Hocamızdan öyle öğrendik: Hocamız, kız öğrencileriyle evlenenlere, “damadım”, erkek öğrencileriyle evlenen hanımlara da “gelinim” ve çocuklarına da “torunum” derdi. Bu şekilde Türkiye'nin birçok yerinde, onun damatları, gelinleri ve tabi torunları vardır.
Tayyib Hocamız vefat edince, onun bu sünnetini uygulamak, biz öğrencilerine kaldı. Allah'a şükürler olsun ki, bizim de Türkiye'nin birçok yerinde, hatta dünyanın birçok ülkesinde, damatlarımız, gelinlerimiz ve de torunlarımız oldu. Onları her gördüğümüzde, ne kadar yaşlandığımızı, ölüm denen meçhule ne kadar yaklaştığımızı görüyoruz.
Bu damat veya gelinlerimizi yüksek makamlarda, eğitim kurumlarının başında, insan yararına olan faaliyetlerin içinde görünce de göğsümüz kabarıyor, Allah'ın bize bahşettiği bu güzel nimet için şükrediyoruz. Ne var ki dünya değişken, biz insanlar da fani olduğumuzdan ve kâinat üzerinde tek mutasarrıf Allah olduğundan, dünyanın nasıl aktığını, nasıl akacağını bilemiyor, kestiremiyoruz. Hâl böyle olunca da biz faniler, bazen hiç beklemediğimiz bir kaderle karşılaşıyor, matemlere boğuluyor yıkılıyoruz. Çünkü biz insanlar, zayıf yaratılmış mahlûklarız. Hem de çok zayıf. Muhtemelen bu zayıflığımız, ayetin emrettiği gibi, ölümü çok uzaklarda görmemizden kaynaklanıyor.
Oysaki o haktır ve bize çok yakındır…
“Ölüm, asûde bir bahar ülkesidir her rind'e”…
Hepimiz bir gün ölüm denen o meçhulle karşılaşmaya, onun elleri içerisinde kaybolup gitmeye mahkûm fanileriz…
Önemli olan, bu fani olmada, “rind” olabilmektir! İşte geçtiğimiz günlerde bu rind'lerden birisi göçtü Bekâ'ya. O “rind”, Erzurum'daki öğrencilerimden Emine Hanım ile evlenmiş olan damadım Bahattin'di.
Erzurum'lu günlerde, henüz öğrencim Emine ile evlenmediği yıllarda, Telsizler'de, Abdurrahman Gazi Vakfı'nda, bazen de bu satırların sahibinin veya başka hocaların evinde sohbetlerimize gelir, hemen hiçbir sohbeti kaçırmazdı Bahattin. Sohbetlere katılmayan arkadaşlarını kınar, bazen kınama sınırlarını aşar, bu kınamayı azara kadar götürürdü…
“Ya Hocam!” diye söze başlar, soru yerine o ilginç görüşlerini atardı ortaya. Sanki Bahattin öğrenci değil, hoca gibiydi. Bu birikimini, çok okumasına borçlu olan Bahattin, genç yaşında fevkalade bir entelektüel olmuştu. İşletme Fakültesinde okuyordu. Ve bir gün birden bire ortalıktan kayboldu Bahattin. Zaten hep gideceğini söylüyor, rahat edemiyordu. Afganistan'ı işgal etmiş olan Bolşevik ordularına karşı, Afganlı mustadaflara yardım etmek için bir an önce uçmak istiyordu Hindukuş Dağlarına…
Artık Bahattin'in haberlerini, onun gibi Afganistan'a gidip gelen mücahitlerden alıyorduk. Ve nihayet bir gün Bahattin çıkageldi. Yaralanmış, geri dönmüştü. O geri döndü amma, anayurdunda da hep koşturdu vakıflarda, sohbet odalarında… İnsanlara yardım etmeyi ibadet telakki ediyor, bu ibadetini hiç aksatmıyordu. Haz duyuyordu bu koşturmalardan.
Onu en son bir sene önce, yine bir sohbet için geldiği Viyana'da gördüm. Sakallarına hafiften ak düşmüş, ama zindeliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Ve bir hafta önce, beni Viyana hava alanından alan öğrencim, kara haberi veriyordu bana: Hocam, Afganistan'da bir uçak düşmüş ve hâlâ uçağa ulaşılamamış. Düşen uçakta, Bahattin Yıldız diye birisi de varmış.
Can evimden vurulmuştum. Öğrencim konuşuyor, kendisine cevap veremiyordum… Sevgili Bahattin, o çok sevdiği Afgan Dağlarında kaybolup gitmişti… Nasıl konuşabileyim ki! İHH yardım kuruluşu ile Afganistan'da okul yaptırmaya gidiyormuş yiğidim…
Şair,
“Ölmek kaderde var yaşayıp köhnemek hazin,
Buna bir çare yok mudur yâ Rebbe'l-âlemin”
diyor ya, Bahattin'im köhnemeden, taptaze gitmişti ötelere…
Birkaç sene önce Viyana'dan İstanbul'a geldiğimde, hasta olan öğrencim Fikret'e gitmiştim birkaç öğrencimle. Bahattin de vardı yanımızda. Fikret'e bakıyor, bizim gibi o da üzülüyordu bu Malatya yiğidine. Ve birkaç ay sonra, beraber defnettik Fikret'i Eyüp yamaçlarına. Fikret, ötelere uçmuştu. O zamanlar onun için de bir yazı yazmış, Bahattin, “Allah razı olsun” demek için telefon açmıştı Viyana'ya.
Ben nereden bileyim ki bir gün kendisi için de bir yazı yazacağımı? Ama kader dedim ya! Kimin ne zaman öleceğini, ve kimlerin bu ölenler için yazı yazacaklarını, ağıtlar söyleceklerini sadece Allah bilir… Ama tesellimiz, Bahattin'in dünya hayatında istikamet üzere yaşamış olması ve o çok arzuladığı, koşuşturduğu bir yolda, Yaradan'ına ruhunu teslim etmesiydi…
Nur içinde yat Bahattin!
Vücudun Afgan dağlarının pâk karları altında, ruhun ise kim bilir ne güzel makamlardadır. Ölüm denen yolculuğa, senin gibi birer fani olan bizler de çıkacağız bir gün… Önemli olan, senin gibi arkasında dualar okunan, rahmetle anılan birisi olmaktır. Şayet bizler de Sırat-ı Müstakim üzere can verebilirsek, ötelerde, senin gittiğin diyarda elbette görüşeceğiz ki, imânımız bunu âmirdir… Onun için şimdiki ayrılığımız, göreceli bir ayrılıktır Bahattin...
Sevgili Bahattin!
Çıktığın bu yolculukta menziline vardığında, senden önce oralara göçmüş arkadaşlarına, yani sevgili öğrencilerim Malik'e, Fikret'e ve ötekilerine selam söyle ve onlara de ki: Müslümanlar size hüsn-i şehadette bulunuyor. Bu söylediklerim senin için de geçerli tabi…
Gözün arkada kalmasın Bahattin! Senden sonra da bu dava ortada kalmayacak, bıraktığın yerden, yetişen yüzlerce, binlerce Bahattin'lerle devam edecek inşaallah…
Bahattin'in sevgili eşi, değerli öğrencim Emine Hanım'a, çocuklarına ve aynı şekilde Bahattin'i tanıyan herkese sabr-ı cemil diliyor, ta'ziyelerimi yolluyorum.
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci'ûn…