Bediüzzaman'ın yaşayan talebelerinden ve “manevi evladı” kabul ettiği Mustafa Sungur, Üstad'ın en büyük gayesinin imansızlığa karşı imanı takviye etmek olduğunu ve ömrünün her dakikasını bu yolda harcadığını söyledi
Risale-i Nurlar ve Üstad'ı ilk olarak 1943'te Köy Enstitüsü'nde öğrenci iken duymuştum. 1946'da eserler elime geçti ve okumaya başladım. 1947 yılında Üstad'ı Emirdağ'da ziyaret ettim. Ve böylece Üstad'ın vefatına kadar yanından ayrılmadan hizmetinde bulunmak nasip oldu.
Afyon hapsi bizim için hapis değildi. Sanki Cennet Bahçeleri'nden bir köşeydi. Cidden büyük bahtiyarlık içindeydik. Çünkü Üstadı'mızla aynı çatı altında bulunuyor ve görüşebiliyorduk. Onun koğuşu 60 kişilik bir koğuştu, ama onu orada tek başına tutuyorlardı. 11 ay kaldık. O dönem Afyon çok soğuktu. Geceleri eksi 30 dereceye kadar düşerdi. Soğuk nedeniyle şehrin bütün su boruları, kanalizasyonları ve camları buz tutardı. Üstad dev bir koğuşta buz gibi bir havada sobasız, ısısız donması için ölüme terk edilmiş vaziyetteydi. Evet bu dava çileli ve ızdıraplıydı, ama biz mutlu ve mesrurduk..
Üstad bir sohbet esnasında; “Ben bir talebemi Rusya'ya göndereceğim diyor.” Ve ardından ekliyor: “Ben Sungur'u Rusya'ya göndereceğim.” Tabii o zaman biz bunun ne anlama geldiğini bilmiyorduk. 50 sene öncesinin şartlarında Sovyet Rusya dönemi hâkim. Rusya'da hizmetin olabilmesini hayal etmek bile mümkün değil. Ama Üstad'ın kerameti tecelli etti. İlk olarak 1995 yılında Rusya'da Risale-i Nur hizmetleri başladı. Dershanelerimiz açıldı. Şu anda Rusya'nın hemen bütün büyük şehirlerinde eserler okunuyor. Oralarda bize Ruslar sahip çıktı. Milletvekilleri, subaylar, askerler, işadamları bizi benimsediler. Tabii Üstad'ın, “Tiflis-Bitlis kardeştir; Burada medresemin planlarını çiziyorum” şeklindeki yıllar öncesinde dile getirilmiş görüşleri bugün gerçekleşti. Ve Tiflis'te bu manada medreseler açıldı, hizmetler inkişaf etti.
Üstad 1946'da ve 1959'da çeşitli vesilelerle vasiyetnameler yazmıştı. Emirdağ Lahikası'nın 1. ve 2. ciltlerinde bunlar yer almaktadır. Orada her şey yazılıdır.
Üstad'ın, evvela en büyük gayesi; küf-rün, mutlak dinsizliğin önüne set çekmektir. Küfr-ü mutlak dediği, Allah'a ve peygamberlere inanmayan, hiçbir mukaddesat tanımayan cereyandır ki, bu asırda komünizm cereyanı olarak meydana çıkmıştı. Üstad bu cereyanın, maddi kuvvetle değil, manevi kuvvetle, manevi tahribatla, maneviyat-ı kalbiyeyi yıkmakla, ifsad etmekle yayıldığını, tesir gösterdiğini beyan edip, ona karşı manevi tamiratla, kalblerin ıslahı ile, iman nurlarını güneş gibi ispat edip ders vermekle mukabele edileceğini ihtar ediyor. İşte Üstad'ın asıl gayesi imansızlığa karşı imanı takviye etmektir. İmanlı bir neslin yetişmesine çalışmaktadır. Bir asra yaklaşan ömrünün her dakikasını bu yolda harcamıştır. Feda etmiştir. Bizler de onun yolunun yolcularıyız…
1929'da Eflani'de doğdu. Kastamonu-Gölköy Köy Enstitüsü'nü bitirdi. Kendi köyünde öğretmenlik yaptı. 1946'da arkadaşları vasıtasıyla Risale-i Nurları tanıdı. 1947'de Emirdağ'da Said Nursi'yi ziyarete gitti. 1948'de Afyon'da Üstad'la hapis yattı. 1953'te Samsun'da hizmetten dolayı hapis yattı. 1954 yılında Isparta'da Bediüzzaman'ın yanında kalmaya başladı. Bediüzzaman'ın en yakınında bulunmuş hizmetkar ve birinci talebesi özelliğini taşımaktadır. Üstad kendisine; “Hayatım hayatınla devam edecek” demiş ve onu 'mutlak vekili' olarak tarif etmiştir. Halen Üsküdar'da ikamet etmektedir.
1921 yılının bahardan kalma bir günüydü. Bediüzzaman, talebelerinden Molla Süleyman'la birlikte Ayasofya'da cemaatle namaz kılmış, yakında bir çayhanede oturmuşlardı..
Zamanın meşhur birkaç alimi de orada ilmi bir konu üzerinde tartışıyorlardı. Bediüzzaman'ın gelmesiyle hepsinin yüzü aydınlandı. Onun ilmine ve muhakeme gücüne güveniyorlardı. Soruyu Said Nursi'ye de sordular.
Cevaplamak onun için zor olmadı, kısa bir izahla meseleleri bir anda çözüverdi. Herkes memnun ve müteşekkir olmuştu. Bir çay da ona ısmarlamak istediler. Kabul etti.
Çayını içtikten sonra müsaade isteyip kalktı. Süleyman'a, 'Gidelim' anlamında bir işaret yaptı. Dışarı çıktılar.
Zaman zaman sinemaya gitmek adetiydi. Süleyman'a;
“Süleyman, haydi sinemaya gidelim” dedi.
Süleyman: “Olur” dedi, ama şaşırmıştı! 'Sinema mı?' diye geçirdi içinden. Üstad bunu nasıl söylerdi?
Bediüzzaman, Süleyman'ın içinden geçenleri okudu sanki; “Ben sinemaya başkalarının gittiği gibi gitmem. Ben ibret için, ders çıkarmak için sinemaya giderim” dedi.
O zamanki filmler sessizdi ve hareketli filmler değildi. Yerli filmler de henüz yoktu..
Beraberce Eminönü-Sirkeci'deki Alemdar Sineması'na gittiler. (Bu sinema Ayasofya'dan Gülhane Parkına inerken Zepnep Sultan Camii'nin karşısında idi. Şimdi yerinde bir oto galerisi bulunuyor.)
Birinci mevkiden iki bilet aldı.
Her zaman iyi ve güzel yeri tercih ederdi.
Bir süre filmi seyrettikten sonra arkasında oturan Molla Süleyman'a dönerek;
“Süleyman, ne anladın bu filmden” dedi.
Süleyman'ın cevabı kısa oldu:
“Hiiiçç!”
Bediüzzaman:
“İşte dünya da böyledir. Kendisi sabit olmadığı gibi içindekiler de öyledir. Fanidir, durmuyor, gidiyor. Onun için dünyaya güvenme, bu film kadar kısadır. Sinema perdeleri gibi akıp gidiyor, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor.”
PROF. DR. ŞERİF MARDİN
“Bediüzzaman Said Nursi'nin düşüncelerini, İslami düşünürler kesiminde en önde gelen fikir birikimlerinden biri sayıyorum. Öncelikle, Bediüzzaman'ın fikirleriyle birlikte gelen derin insan hürmetini görmemek mümkün değil. Dünyada insanların bağlılıklarını silaha sarılmakla gösterdikleri bir anda, özellikle bu niteliğin altını devamlı olarak çizmemiz yerinde olacaktır. Bediüzzaman ciddi konular üzerine eğilen, ciddi bir insandır. Fakat bunun yanında sosyal değişimin beraberinde getirdiği sorunları derinlemesine, “balon”ların cazibesine kapılmadan ve sorunların özüne giderek inceleyen bir kişiydi. Bu, üzerinde durduğu konuların çeşitliliğinde de görebilir.
Bediüzzaman'ın bize sunduğu hal çaresi, İslami inançların hem gündelik hayatla ilişkisi olduğunun anlaşılmasına ve hem de İslam'ın bunu bir kitle problemi olarak çözülmesine elverişli olduğunun belirtilmesine bağlıdır. İslam'ın değerleri, gündelik hayata bir düzenleme getirmekte, fakat aynı zamanda insanların modern geniş kitleleri birbirine bağlamayı sağlamaktadır. Bu bağ Bediüzzaman'ın namaz üzerindeki görüşlerinden birinde de ortaya çıkmaktadır. Said Nursi'ye göre namaz, yalnız insanların imanlarının ifadesi değil, aynı zamanda binlerce kişinin aynı yönelimi gerçekleştirmelerinin, bir birlik ve beraberliğin ifadesidir…”
Bediüzzaman, İngiliz işgali altındaki İstanbul'da, Müslümanlara cesaret ve ümit aşılayan çalışmalar yapmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa, ısrarlı bir şekilde onu Ankara'ya çağırdı. Said Nursi, fikrine güvendiği dostlarıyla istişare etti ve sonunda Ankara'ya gitmeye karar verdi.
1922 tarihli 2. Meclis Zabıt Ceridesi'nde kaydedildiğine göre, Bediüzzaman Meclis'te resmi “hoşamedi” (hoş geldin karşılaması) töreni ile karşılanmıştı.
Bediüzzaman, karşılama töreninin ardından, savaş gazilerini tebrik etmek ve dua etmek üzere kürsüye davete edildi. O gün Meclis'te uzun bir konuşma yaptı.
Bediüzzaman, Ankara'da büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Çünkü TBMM'yi oluşturan milletvekillerinin çoğunluğu ibadet konusunda duyarsız davranıyor, özellikle de namaz kılmıyorlardı. Üstelik kültürel kıble tamamen Batı'ya yönelikti.
İslam konusundaki gevşemeyi ülkenin ve milletin geleceği açısından çok tehlikeli bulan Said Nursi, hemen on maddelik bir bildiri yayınladı.
Bildiri, Meclis üzerinde etkili oldu. Mana ve muhtevası bugün de geçerli olan bu bildiriyi Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa'ya da okudu.
Mustafa Kemal, Bediüzzaman'ı görüşmek üzere çağırdı. Celal Bayar'ın hatıralarına göre Paşa, Said Nursi'yi çağırmak üzere kendisini görevlendirmişti:
“Mustafa Kemal beni Bediüzzaman'ı çağırmak üzere gönderdi. Said Nursi Taşhan'da idi. Abdest için hazırlanmış, kollarını sıvamış, ayağına takunyalarını giymişti.Gazi'nin kendisini çağırdığını söyledim.
-Tamam gidelim' dedi, 'Fakat namaz vaktidir, gel namaz kılıp beraber gideriz.'
Ben 'Şimdi işim var' diyerek ona veda ettim.”
O saat Celal Bayar'la birlikte Atatürk'ün yanına gitmeyen Bediüzzaman, daha sonra Mustafa Kemal'le buluştu. Aralarında ilginç bir diyalog yaşandı:
Mustafa Kemal, Bediüzzaman'a “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Biz sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için çağırdık. Siz ise aramıza namazı sokarak bizi ikiliğe ittiniz!” deyince, Bediüzzaman'ın bu çıkışa cevabı sert oldu: “Paşa, paşa! Dünyada en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. İnanıp da namaz kılmayanın hükmü merduttur.”
Bu gerilimli diyalogdan sonra Gazi Mustafa Kemal'le Bediüzzaman'ın arası açılır. Paşa, görüşmenin devamında geri adım atar. Meclis'in riyaset odasında iki saat kadar konuşurlar. Mustafa Kemal bu görüşmede Bediüzzaman'a milletvekilliği, Diyanet âzalığı ve şark umum vaizliği gibi görevler teklif eder. Aylık üç yüz lira maaş ve bir köşk tahsisi de bu teklifler arasındadır.
Bediüzzaman tekliflerin hepsini redde-der. Anlaşılan, başta büyük törenlerle karşılanan ve yüksek protokol uygulanan, izzet ve itibara muhatap olan Bediüzzaman'ın dinî irşat ve tebliğ çerçeveli çalışmaları rahatsızlık uyandırmıştır. Bu tablo karşısında Said Nursi Ankara'dan ayrılır.
Yeni Said Dönemi: 1920-1921- Yeni Said'in doğuş dönemidir. Nursi bu yıllarda inzivaya çekildi. Kendisini Eski Said Dönemi'nin yoğun sosyal-siyasal ve felsefi meşguliyetlerden iyice arındırıp tek rehber olarak Kur'an'ı benimsemesi gerektiğini idrak edeceği yoğun bir batini (içsel) arayışın sonunda derin bir zihinsel ve ruhsal dönüşüm geçirdi. Bu dönem boyunca yazmaya devam etti. Mesnevi-i Nuriye adlı eseri ortaya çıktı.