Keşke ben yazsaydım

Hatice Sezgin
00:0018/08/2010, Çarşamba
G: 18/08/2010, Çarşamba
Yeni Şafak
Keşke ben yazsaydım
Keşke ben yazsaydım

"Attar aşkın yedi şehrini gezdi de biz ancak dönemecindeyiz" diyor Mevlana. Mevlana'da Attar'ı görüp, Goethe'de Hafız'ı seviyoruz. Mesafeleri aşan bu paylaşımların bugündeki izlerini takip ediyor ve yazarlara soruyoruz: “Dünya edebiyatında hangi eseri siz yazmak istersiniz?”

Yazmanın yolu muhakkak okumaktan geçer. Aynı zamanda iyi bir okur olan her yazarın, hayran olduğu bir usta ve onun başyapıtı vardır. Dünyanın neresinde olursa olsun yüzyıllardır aradaki mesafeleri kapatan bu hayranlık, Goethe ve Hafız'da görüldüğü gibi ruh kardeşliğine kadar gidebilir. Yazarların ilim, irfan sahibi dostlara duydukları muhabbet ve hissi birleşmeler, bazen yepyeni eserler doğurur.

Mevlana, Attar ile yeniden dirildi

Daha on yaşındayken tanışmıştı Mevlana çok sonra hakkında “Attar aşkın yedi şehrini gezdi de biz ancak dönemecindeyiz.” diyeceği dostuyla. Dua edip kitabı Esrarname'yi hediye etmişti Ferîdüddîn-i Attâr çocuk Mevlana'ya. O da ömür boyu başucu kitabı yapmıştı bu eseri. Ve bir gün olup da Şems-i Tebrizi Mevlana'dan kitaplarının hepsini havuza atmasını isteyince isteksizce atmıştı Esrarname'yi, içi yana yana. Mahzun halini gören Şems dayanamamış, kitabı kuru bir şekilde geri vermişti de Mevlana yitirdiğini sandığı bu eserle adeta yeniden dirilmişti.

Goethe'nin ideal dünyası

Ne mutlu ki bu iki yoldaş birbirini görebilmişti, zira uzak diyarlarda farklı zamanlarda bulunanların da dostluklarına şahit olduk. 14. yy da yaşayan İranlı şair Hafız'a ondan tam beş yüz yıl sonra doğan 19.yy Alman düşünürü Goethe'nin duyduğu hayranlık hala konuşuluyor. Hafız'ı kendisine yakın bulması, onunla aynı hisleri paylaşması bambaşka bir dünyaya götürmüş büyük şairi:

“Hafız'ın şiirleri Hammer'in tercümesiyle geçen yıl elime geçti(1814)…Şimdi ise şu bir araya toplanmış şiirleri, üzerimde öyle bir büyük tesir bıraktı ki, onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini anladım. Yoksa bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramayacaktım. Üzerimdeki tesiri çok büyük oldu onun. Almanca tercümeleri önümde duruyor. Onun duygularını paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde benzerlik belirmeye başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkça beliren bu istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum.”

Batı-Doğu Divanı bu tesirin ürünü

Goethe'nin yüzyıllar öncesine seslenişi ve devamında Hafız'a hitabı sanki açıklıyor her şeyi, yazarların dostlukları bir ilham kaynağı oluverip büyük eserler vücuda getiriyor: “Senin kafiyelerinde kendimi bulmak istiyorum ben, tekrarlamayı da hoş karşılayacağım.Önce fikri, sonra kelimeleri bulacağım.Aynı sesi bir ikinci defa kullanmayacağım; kullandığım zaman da, müstesna bir manası olacak onun.Tıpkı senin gibi yapacağım ey herkesin takdirini kazanmış şair!...”

Goethe'nin ikinci şaheseri olan “West- östlicher Diwanı” nı (Batı Doğu Divanı) doğrudan doğruya bu kuvvetli tesirle oluşturduğu düşünülmektedir. Hafız'ın gazellerinin benzerleri ancak sesli harfleri zengin bükümlü dillerde yazılabilirken Goethe çok zor bir işe girişip, bunu Almancada gerçekleştiriyor. “Nachbildung” (Taklit) adını taşıyan şiiri böyle bir çabanın ürünü.


Kader Ziya Osman'a bırakır bizi

Sanatı güçlendiren bu dostluklar ne kadar anlamlı. Dünya Edebiyatında hissi ve fikri paylaşımlarla kaleme alınan eserleri konuştuğumuz bu dosyamızda bizim yazarları da yoklamak gerekiyor. Behçet Necatigil'in çok sevdiği edebiyatçı, Meşale şairlerinden şiiri sürdüren tek kişi olan Ziya Osman Saba'dan söz etmezsek olmaz. Vazgeçemediği şair için: “Ve kader bizi hep döndürür, dolaştırır Ziya Osman'a bırakır.”der Necatigil.

Bu yakınlığın boyutlarını Behçet Necatigil'in kendi anlatımında daha iyi ölçebiliyoruz: “Ziya Osman Saba' ya çok şeyler borçluyum. Yıllar boyu benim dünyamı çizmiş iç ve dış etkilerin başlangıcını, ilk anlatımını ben onun şiirlerinde buldum. Ziya Osman Saba bana evin, ocağın vazgeçilmezliğini, kişinin ancak evinde oluşabileceğini, ne yapsa etse davranışlarını bu dar daireden dışarı taşıramayacağını öğretti. Şiirleriyle olduğu kadar içtenlik dolu ve düz ömrüyle de bireyin kurtuluşunun -belki biraz safça bir düşünce- eve bağlı olduğunu ben ondan öğrendim.”

Peki bugün durum nasıl?

Usta edebiyatçıların derin muhabbetlerini andıktan sonra meselenin bugününü düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Mesafeleri aşan ortaklıkların yarattığı bütünde var olan paylaşımlar, edebi mülahazalar, tartışmalar sürüp gider mi? Yazarlarımız düne, dünya edebiyatına nasıl bir alaka duyuyor? Acaba onların da gözdeleri, imrendiği dostlar var mı? Dahası hangi eser köprü oluyor bu hislere de bugün ancak onunla geçmişe bağlanıyorlar? İşte tüm bu sorular bir tek cümlede yoğunlaştı ve şu soru uzun süre meşgul etti yazarlarımızın zihnini: “Dünya Edebiyatında hangi eseri siz yazmak isterdiniz?”

Bulunmadığından insanı daha da yalnızlaştıran romanlar

Mehmet Eroğlu: Hangi romanı yazmak isterdim! Margueriete Yourcenar'ın Hadrianusun Anıları'nı, ya da Romain Gary'nin Cennetin Kökleri. Bu ikisi olmazsa tabii ki, telefon rehberi bile yazsa okuyacağım Pierre Schoendoerffer'ın Krala Veda'sını... Bu yazarlar trajik insanı, insanın içinde saklı olan insanlık durumlarını araştıran sıra dışı yazarlardır. Dramatik olansa okurlarımızın yüzde doksan dokuzunun duymadığı yazarlar olması. Belki de pek kabahatleri yok. Bu eşsiz üç romanın ikisinin piyasada baskısı yok. Bendeki nüshaları kütüphanemin en değerli hazine parçaları olarak saklıyor ve çok ender durumda okumak için ödünç veriyorum.

Bravo Maestro!

Selçuk Altun: Bu bir yazara yöneltilecek acımasızca bir soru! Neyse ki, okurluğumu yazarlıktan daha fazla önemserim ve soruyu okur kimliğiyle yanıtlayayım. Öncelikle Proust'a dek yazılıp, klasik bellenen nice yapıtın abartıldığını ve dayatıldığını düşünürüm; bunları yazmış olmaya heveslenmezdim demeliyim. Edebiyat ikonum Avusturyalı Thomas Bernhard'tır (1931-1989). O müzik eğitimi almış, şiir yazmış ve gazetecilik de yapmıştır. İç dünyası çalkantılı ama varsıldır. Otoriteye, haksızlığa ve sığlığa karşı durmuştur. Örneğin üstattan 1983 ürünü, Bitik Adam'ı(Der Untergeher) yazmış olmaya itiraz etmezdim. Bir yaşamın hüzün dolu iç dökümünün şiirsel bir şekilde yapıldığı romanı okurken, aynı zamanda bir klasik müzik konseri dinlemenin hazzını tatmıştım. Bravo Maestro!


Kendi yazımla var olmak isterim

Sibel Eraslan: Çocukken Jules Verne hayranıydım, bundan tamamen vazgeçmiş sayılmam gerçi. Uzun yıllar Rus edebiyatı, büyürken William Faulkner ve Wolf... Son beş yıldırsa roman değil belki ama ruh ve hakikat belki, Arabi, Attar ve Galip… Ursula Le Guin romanı benim için hem politik duruşu hem de insanlığa sorduğu sorularıyla, kendime en yakın bulduğum dillerden birisi... Yine de hangi romanı yazmak isterdiniz sorusunu, bir edebiyatçı olarak kendi yazacağım hikâyeyi diye cevaplardım. Kimsenin yerinde, kimsenin romanı olmayı değil, kendi yerimde ve kendi yazımla var olmayı...


Bu istek fazla iddialı

Tahsin Yücel: Doğrusu yanıtlanması zor, hatta nerdeyse olanaksız bir soru bu. Neden derseniz, bunca yıldır hayranlık duyduğum o kadar çok yapıt oldu ki. Dostoyevski'den Proust'a, Faulkner'a, Saik Faik'e, Camus'e. Ama bu yapıtlar karşısında “Bu yapıtı ben yazmış olmak isterdim!” dediğimi anımsamıyorum. Herkese kendi yapıtı, saydığım yazarların yapıtlarının düzeyinden çok aşağılarda da olsa. Öte yandan, onların düzeyine ulaşamasak da onlardan bir şeyler yansıyor yapıtlarımıza, bu bir şeyler bizi yönlendiriyor. Örneğin şu son günlerde Steinbeck'in İnci'si ve Hemingway'in İhtiyar Balıkçısı gibi bir kısa roman düşü kuruyorum. Ama şimdiden biliyorum ki bu yapıtlara benzemeyecek, ama gene de onlardan bir şeyler taşıyacak. Benim için bu kadarı yeterli. Ayrıca, “Budala'yı ben yazmak isterdim!” demek bile fazla iddialı olur gibi geliyor bana. Herkese kendi yapıtı.


Budala'yı yazmak isterdim

Selim İleri: Rus edebiyatından Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin Budalası'nı yazmak isterdim. Çünkü roman kahramanını kendime çok benzetiyorum.


İyi ki dünyaya geldim dedirten kitaplar

Haydar Ergülen: Ben yazmak isterdim demek bana tuhaf geliyor. Ben onları hiçbir koşulda yazamazdım diyeceğim, öyle çok yapıt var ki dünya edebiyatında. Hem saymakla bitiremem hem de okumakla. İyisi mi şöyle diyelim, okurken en çok etkilendiğim, hayran kaldığım ve ancak bir mucizeyle yazılabileceğine inandığım yapıtlardan bazıları şunlar: Feridüttin Attar'ın yapıtları, Yunus Emre'nin şiirleri, Pir Sultan Abdal'ın nefesleri, Shakespeare oyunları ve şiirleri, Lawrence Durrell'in “İskenderiye Dörtlüsü”, Yukio Mişima' nın yapıtları, özellikle dörtlemesi, Lorca'nın şiirleri. İlk anda aklıma gelenler bunlar. İnsanın dünyaya geldiğine sevinmesini ve şükretmesini sağlıyor bu kitaplar. İyi ki geldim, iyi ki okudum demek geliyor içimden.


İskender Pala:
Ben kendi kitaplarımı yazmaktan bizarım, öyle bir fantezim yok. Ama illaki bir kitap yazmak isteseydim bu Firdevsi'nin “Şehname”si olurdu.

Oya Baydar

Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş bütün eserleri arasında, yazmış olmayı isteyeceğim tek kitap Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens'idir. İlk okuduğumda on bir yaşındaydım, bugün yetmiş; hem Türkçesini hem Fransızcasını neredeyse satır satır ezbere bilirim, yine de her okuyuşumda üzerinde düşünecek yeni bir cümle, yeni bir derinlik keşfederim. İster şiir, ister öykü, ister felsefe notları, ister anı diye okuyun, Küçük Prens'te insanın en derin duygularını: sevgiyi, dostluğu, yalnızlığı, yurt özlemini, sonsuzluk ihtiyacını, yersiz yurtsuzluk halini, yaşamı, umudu, ölümü, acıyı, kederi, insana dair her şeyi bulursunuz. Belki de bu yüzden yazdığım bütün romanlarda Küçük Prens'ten bir alıntı vardır; onun bir cümlesi benim sayfa sayfa yazdıklarımdan daha iyi aktarır anlatmak istediklerimi. “Öz, göze görünmez; asl'olan sadece yüreğe ayandır” gibi.


Keşke yerli bir Tolstoy çıksa

Tolstoy'un Harp ve Sulh'unu ben yazmış olmak isterdim. Napolyon'un saldırısı sırasında Rusya'nın içinde bulunduğu ortamın anlatıldığı bu heybetli, kalabalık kadrolu ve destansı roman, sadece Rusya tarihini değil, Avrupa tarihini anlamak için de mutlaka okunması gereken bir eserdir. Keşke bizde de Tolstoy gibi bir deha çıksa ve Birinci Dünya Harbi şartları içinde Osmanlı Devleti'ni anlatan Harp ve Sulh benzeri bir roman yazmış olsaydı.


Sayacaklarımın çoğunda Odysseia var

Çok zor, hatta imkânsız. Yine de sıralamak istedim yazmak istediklerimi; yazıya gelmeden bir paragrafı fersah fersah aştı. İlk göz ağrılarımı, son göz ağrılarımı acımasızca eledim. Bir paragrafa sığmadı. Yazmak istediklerimin hepsini tek tek gerekçeleriyle belirtmek istedim, istedim olmadı. İyi ki olmadı. Yoksa hangi yüzle okurdum Odysseia'yı? Hiç aklımdan geçirmemiştim, haddim değildi ama yazmak isterdim bu ilk romanı, bu şiirsel romanı, bu romanların romanını. Zaten sayacaklarımın çoğunda Odysseia yok muydu?