Şeref Yılmaz 'Konsolosun Köpeği'ndeki hikayelerini hep Doğu'nun şehirlerinde kurgulamış. Yılmaz'a göre Doğu'nun ve doğuşun şehirleri Batı'yı anlamada anahtar
Daha önce iki demene kitabı yayınlamıştı Şeref Yılmaz; Sürmeli Türkçe ve Erguvan Hasreti. Bir şiir bir de gezi yazıları kitabı olan Yılmaz'ın ilk hikaye kitabı Konsolosun Köpeği. Yılmaz, hikayelerinin çoğunda uzak coğrafyaların şehirlerini seçmiş mekan olarak. Ama kahramanıyla okurunu bir ortak kaderde buluşturmayı başarmış. Çünkü gezip gördüğü yerlerden alıp heybesinde biriktirdiklerinden çokça kullanmış kurgu içinde. Böyle olunca kültürler içiçe geçmiş, zamanlar da. Güle aşık bülbül bile uçup gelmiş klasik edebiyattan, modern hikayeye.
Konsolosun Köpeği ilk hikâye kitabımız... Bu hikâyeler uzun süredir bekliyordu. Kitaptaki ithaftan da anlaşılacağı gibi bu hikâyelerin ortaya çıkışına vesile olan, bu konuda bizi cesaretlendiren ve teşvik eden Ömer Lekesiz oldu. Bu hikâyelerin ilkiyle sonu arasında yirmi senelik bir zaman dilimi var. Konsolosun Köpeği'nde yer alan "Ekmek Parası" isimli hikâye, benim ilk hikâyemdir. Fakülteye girişimin ilk senesinde (1987) yazmıştım. Yakın tarihte yazdığım bazı hikâyeleri kitaba alma gereği duymazken onu aldım. Bu hikâyeyi bir kenara koyacak olursak diğerlerinin arasında on sene var. Bu demektir ki ben ilk hikâyemi yazdıktan sonra on sene hikâye yazmamışım. Ama bu aynı zamanda şu anlama da geliyor: Ben on senedir hikâye yazıyorum. Hikâyeyi sevdiğimi biliyorum. Uzun zamandır hikâye ustalarını okumakla meşgulüm... Kendim hikâye yazma gereği duyduğumda kafamdaki teknik bilgiler ve edebi endişelerle oturdum yazının başına... Buna rağmen bu hikâyelerin edebi açıdan nerede durduğunu bilemediğim için hep beklettim.
Sözünü ettiğiniz bu hikâyelerin bazılarında kurgu az bazılarında çok, bazılarının ise tamamı kurgu... Bir metnin, gerçek anlamda hikâye olabilmesi için mutlaka kurgulanmış olması gerekir. Bu itibarla kurgu az veya çok var. Aslında kurgu ne kadar çok olursa teknik ve edebi yönü o kadar güçlü oluyor hikâyenin... Hikâyeleri niçin bu ülkelerde şekillendirdim? Şunun için: Özbekistan, ilk bağımsızlık yıllarında gidip üç sene Türkçe öğrettiğim bir kardeş ülke idi. Hikâyede mekân ve olay olarak bu ülkenin seçilmesi gelecekte iki ülke edebiyatı arasında bağların ve ortak noktaların çoğalması ve güçlenmesi anlamına geliyor. Ayrıca bu ülkede bulunduğum süre içinde bende yer eden bazı olayları farklı bir şekilde kurgulayarak hikâyeleri gizemli hâle getirmek istedim. Bir bakıma sizin dediğiniz gibi heybemizdekini paylaştık okurla ama bu hatıralarımızı paylaştığımız anlamına gelmiyor. Çünkü Avustralya'da da iki sene kalmıştım; nitekim "Sultanın Hizmetkârı" isimli hikâye de orada geçiyor. Bazı okurlar hatıra gibi yorumlamışlar bu hikâyeleri. Oysa öyle değil... Hatıra üslubuyla yazılmış hikâyeler onlar... Kurgusal yanı olan metinler yani... Nitekim kurgunun hiç karışmadığı hatıralarımızı "Dünyanın Dibi Avustralya" ismiyle kitaplaştırdık. "Bir Hasret Ülkesi" isimli hikâye, evet Burma'da geçiyor. Burada bulunmadım ama burada bulunan birisinden dinlediklerim vardı.
Hayır, yanılmıyorsunuz ama doğrusu ben hikâyelerde bu "kader metaforu"nu derinlere sakladığım için birçok okurun bunu fark edemeyeceğini düşünmüştüm. Siz bunu söyleyince memnuniyet duydum. Kader, kaçamadığımız bir yazgı. Kaçabilseydik bile bu da yine kaderin içinde bir parça olurdu... Yeryüzünün herhangi bir yerinde cereyan eden en küçük bir olay bile sebepsiz ve tesadüfî değildir. Bu gerçek, kitabı oluşturan bütün hikâyelerin en derin ve ana temasıdır. Bu ana temanın dışında her hikâyenin kendi içinde birtakım irili ufaklı temaları var. Kitabı oluşturan hikâyelerin tamamında bu "kader birliği" kendini hissettirir. Çünkü hikâyedeki karakterler ile hikâyenin geçtiği ülkelerin insanları arasında uygunluk vardır. Ayrıca o ülkelerin insanları ile bizim ülkemizin insanları arasında da bir "kader birliği" vardır. Meselâ: O ülkelerle bizim ülkemiz arasında dil birliği, din birliği ya da en azından "hüzün, yokluk, sıkıntı" gibi ortak kavramlara aşinalık vardır. Bu itibarla sizin fark ettiğiniz konu doğru ve önemli... Yani hikâyelerin geçtiği ülkelerin insanları ile beraber hikâyelerdeki karakterler de kendi kaderini yaşıyor. Okur da bu kadere ortak oluyor, bu arada hikâyelerin yazarı da kendi kaderini yaşamaya devam ediyor.
Haklısınız derim. Bu hikâye ile ilgili çok sitaşiykâr dönüşümler aldım. En çok beğenilen hikâyelerden biri oldu bu... Yazarlar bu tür sürprizlerle her an karşılaşabilirler. Hiç tahmin etmediğiniz bir yazınız veya şiiriniz dillerde dolaşabilir. Bu hikâye "Hece Öykü"de ilk yayımlandığında da beğenilmişti. Mesela üslûbunu beğendiğim ve hikâyelerini ciddiye alarak okuduğum Nalan Barbarosoğlu beğenmişti bu hikâyeyi... Bu hikâyenin beğenilmesinin nedeni ne olabilir? Bunu ben de düşünüyorum. Sanırım klasik edebiyata dair "gül-bülbül" mazmunlarının modern edebiyatta kendine alımlı bir yer bulmasından kaynaklanıyor bu beğeni... Çünkü eskimeyen kıssalar, menkıbeler, olaylar, rivayetler ve mazmunlar hep Doğu'nun bahçesinde... Batı'ya gitmek isteyenler önce Doğu'ya gitmelidirler. Doğu'ya gide gide bir gün Batı'ya da varırlar ama önce Batı'ya giderlerse sonra ne Doğu'yu ne de doğdukları yeri bilebilirler. Doğu'yu görmeden Batı'ya gidenlerin çoğu battı. Doğuşun ihtişamını göremeyen batışın ne kadar hazin olduğunu bilemez. "Simyacı" da bir zamanlar "çok satanlar" listesine oturmuştu biliyorsunuz. Onun konusu da bir şark hikâyesi idi ama bizim şarktan haberimiz olmadığı için "Yazarı ne kadar harika bir senaryo kurmuş." dedik. Oysa Mesnevi'de aynı olay var. "Bülbül" hikâyesi de böyle bir şey sanırım... Tabi bir de "aşk" ve "acı" işin içine girmiş bu hikâyede... Aşkın rengini kırmızı, tadını acı tasavvur ederim ben nedense... Gül de kırmızı... Böyle bir hikâye, bizim okurumuzun kalbine gelir oturur. Sizde de öyle olmuş galiba.