Mahsun Kırmızıgül'ün aylardır merakla beklenen ikinci yönetmenlik gösterisi “Güneşi Gördüm”, biraz acemilik, biraz acelecilik, biraz da ayarı kaçmış bir 'siyasal dengecilik'ten kaynaklanan kimi biçim ve içerik sorularına karşın, sırf beyazperdeye taşıdığı katıksız iyi niyet ve 'derdi olan sinema yapma' noktasındaki gözükara cesareti nedeniyle bile saygıyı fazlasıyla hak eden bir yapıt...
Türkiye'nin Doğu Anadolu sınırlarında, mayınların arasında sıkışıp kalmış bir Kürt köyü… Ve çeyrek yüzyıldan beri devlet güçleri ile PKK arasında bunalmış durumda, bir o yana bir ötekine savrulup duran çaresiz insanlar...
“Zorunlu göç” uygulaması nedeniyle, doğup büyüdükleri topraklardan, köylerinden ayrılmak zorunda kalan Altun ailesinin mensupları, askerî güçlerin baskısı sonucunda köklerinden koparak bir bilinmeze doğru yola çıkarlar. Ailenin orta kuşak üyelerinden Davut Altun, PKK'ya katılan oğlunu silahlı bir çatışmada yitirdiği andan itibaren ata topraklarından fena hâlde soğumuştur, çoluk çocuğuyla birlikte -kaçak yollardan da olsa- en kısa zamanda Norveç'e gitmeyi istemektedir. Diğer kardeş Haydar Altun ve yakınları içinse göçün rotası İstanbul'a doğrudur.
Bitmek bilmez fırtınalardan geçerken yollarını kaybetmiş, çaresizce bir çıkış yolu arayan bu insanların, kendi güneşinden koparılmış ve geleceğin bilinmezliğinde kaybolmuş çocuklarıyla birlikte çıktıkları yolculuk, onları büyük kentte daha önce hiç tanık olmadıkları türden yepyeni trajedilerle yüzleştirecektir.
Aktör, müzisyen, senarist, yapımcı ve yönetmen Mahsun Kırmızıgül, onun adını “sinema” sözcüğüyle yan yana anarken bile irkilenlerin suratına sağlam bir şamar attığı “Beyaz Melek”ten yaklaşık bir buçuk yıl sonra, her türlü ayrımcılığa ve “öteki”leştirmeye karşı duran; savaşın, kavganın, kendine benzemeyeni hor görmenin sorunun ta kendisi olduğunu söyleyen yeni bir yapıtla tekrar huzurlarımızda…
Kırmızıgül, 2007 yılında, “ön promosyon” adına fazlaca gürültü koparmadan sessiz sedasız bir biçimde çalışıp, aynı yılın sonbaharında da sinema kamuoyunun önüne “Beyaz Melek”i koyduğunda, “sektörün elitleri”nin sanatçının bu ilk yönetmenlik denemesi karşısındaki tavrı genellikle “görmezden gelme” şeklinde tecelli etmişti. O dönemde, pek çok meslektaşımız, 3 milyon dolayında bilet kesen ve biri sürü yabancı ülkede hiç bir zorlama olmaksızın -doğrudan doğruya talep üzerine- gösterime giren bu güzel filme “Küçük Emrah melodramı” muamelesi çekerken, biz ise sinema sayfamızdaki tanıtımda “Türk-Kürt kardeşliği üzerine bir destan” başlığını atmış, yanına da “Helal olsun sana Mahsun” başlığını taşıyan bir köşe yazısı iliştirmiştik.
Mahsun'un sinema alanındaki gizli kalmış yeteneklerine ilişkin inancımız sonraki aylarda da güçlenerek sürdü ve kendisi “Beyaz Melek” ile Houston Film Festivali'nden iki büyük ödülle (“En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” ödülleri) döndüğünde, ona yönelik beslediğimiz büyük umutları bir başka köşe yazısıyla daha deklare ettik. “SİYAD'ın adam yerine koymadığı 'kıro'ya Houston'dan iki önemli ödül” başlığını taşıyan söz konusu yazımız da sanki o yıl Türk sinemasında “Beyaz Melek” gibi müthiş bir çıkış hiç yaşanmamış gibi davranan pişkin bir güruha karşı vicdanımızın verdiği doğal bir tepkiydi. Nitekim, bu gibi tepkilerimiz, sürecin odak noktasındaki sevgili Mahsun Kırmızıgül'den de alması gereken insanî karşılığı fazlasıyla aldı ve kendisi fırsat buldukça görüşüp halleştiğimiz bir gönül dostumuza dönüştü.
Ancak, ne var ki “yok sayma”da da “övgü”de de ayarını bir türlü doğru tutturamayan bu kitlenin, ikinci filmin ardından sergilediği abartılı ilgi ve yapıttaki biçim/içerik zaaflarını neredeyse yok sayan ölçüsüz iltifatkârlığıyla, yönetmenimizi sağlıklı bir meslekî gelişim mecraından saptırabileceği kanaatine kapıldım ister istemez… Şöyle ki;
“Güneşi Gördüm”ün, prodüksiyonuna harcanan para ve emek, oyuncu kadrosunun zenginliği ve anlattığı öykünün politik boyutları açısından “Beyaz Melek”ten çok daha merak uyandırıcı ve gösterişli bir yapıt olduğu tartışma götürmez bir gerçek; ancak senaryo ve yönetmenlik noktasındaki başarısının Kırmızıgül'ün ilk filminden bir adım geriye düştüğüne de üzülerek tanık oldum.
Görece daha alçakgönüllü koşullarda tamamladığı “Beyaz Melek”te, ilk filmlerini yapan yönetmenlerin pek azına nasip olacak biçimde senaryo, oyuncu yönetimi, çekim, kurgu ve müzik gibi temel unsurlarda “topyekün” bir başarıya imza atan Kırmızıgül, ondan çok daha büyük bir entelektüel iştah ve heyecanla giriştiğini yakından bildiğim bu ikinci projesinde ise benzer bir başarıyı ancak “güçlü sinemasal anlar” düzeyinde yakalayabilmiş.. Velhasıl, bir bütün olarak bakıldığında “izleyiciyi yoran”, ancak üzerinde daha bir özenle çalışıldığı hissedilen kimi bölümlerinde ise neredeyse “başyapıt” düzeyine ulaşan, biraz “sorunlu” bir film olmuş “Güneşi Gördüm”…
Filmin içerdiği yapısal sorunların en vahimi ise senaryosundaki aşırı dağınıklık ve kararsızlık… “Doğu'daki çeyrek yüzyıllık iç savaş”, “çok sayıda çocuk yaparak kendilerini de yavrularını da mahveden bahtsız Kürt kadınları”, “cehalet ya da maddî zorluklardan dolayı okutulamayan kız çocukları”, “eşcinselliğe karşı toplumdaki ayrımcı tutum”, “metropollerde fuhuş yaparak ayakta kalmaya çalışan travestilerin perişanlığı”, “Üçüncü Dünya'dan Batı ülkelerine yasadışı insan ticareti”, “göçmenleri büyük kentlerde bekleyen yalnızlık ve yoksulluk” gibi, her biri ayrı birer uzun metrajlı filmin konusu olabilecek kocaman kocaman meselelerin tamamı, Kırmızıgül tarafından tek bir senaryonun bünyesine yedirilmeye çalışılmış. Ve film de bunca ağır meseleyi dengeli bir biçimde taşıma mecburiyeti karşısında, ilk yarım saatten sonra “Allah Allah!” diye bağırmaya başlıyor.
“Güneşi Gördüm”ün anlattığı bunca ciddi mesele arasından önümüze sunulan ilk öyküye odaklanıp tam da onunla dertlenmeye başlarken, yönetmen henüz “duygusal ısınma”mızı tamamlamamıza bile fırsat vermeden önümüze bir başka büyük mesele, ardından bir başka büyük mesele daha koyarak -aslında hiç istemeden- dikkatimizi dağıtıyor. Doğal olarak, yüksek bir mizahî tonda başlayıp sonrasında kopkoyu bir trajediye dönüşen, bunu yaparken her biri bir diğerinden rol çalan bir sürü ciddi öykücük karşısında biz de bunlardan tam olarak hangisine yoğunlaşacağımızı ve hangi öykünün kahramanlarıyla empati kuracağımızı şaşırıyoruz. Oysa yönetmen, -sözgelimi- “köyden kente güçün yarattığı sosyal sorunlar”ı senaryonun merkezine oturtup, en fazla ehemmiyet verdiği bir-iki yan meseleyi de (tıpkı “Beyaz Melek”te yaptığı gibi) bu ana omurgayı zedelemeyecek bir yoğunlukta genel akışa serpiştirseydi, bana göre izleyiciyi çok daha güçlü biçimde kuşatan bir yapıta imza atmış olurdu.
Filmin senaryosuna ilişkin ikinci ciddi sorun da ülkenin tamamında ve özellikle odaklandığı bölgede yaşanan çarpık düzeni bolca eleştirip, o eleştirilerin hedefine ise somut olarak hiç bir kişi ya da kurumu oturtmaması… Bunda da yine Kırmızıgül'ün insanları ve kurumları kırmamaya, yıpratmamaya özen gösteren, barıştırıcı ve buluşturucu kişiliğinin büyük bir etkisi var. Silahlı Kuvvetler iyi niyetli ve masum, PKK mensupları iyi niyetli ve masum, bölge köylüleri iyi niyetli ve masum, büyük kentlerdeki kamu görevlileri iyi niyetli ve masum, göçmen kabul eden Norveçliler (ve onların simgelediği bütün bir Batı dünyası) iyi niyetli ve masum… Velhasıl, en doğudan en batıya kadar herkes iyi niyetli ve masum da pekiyi ülkemiz bunca zamandır böyle bir kan banyosunun içinde niye yüzüyor?
“Türkiye'yi çeyrek yüzyıldır tarumar eden korkunç bir soruna işaret edeyim; fakat bunu yaparken hiç kimseyi de kırmayayım, eleştirilerimi soyut bir düşmana yönelterek durumu kurtarayım” şeklindeki ürkek bir tavır, bir süre sonra yalnızca sinemada değil, hayatın istisnasız her cephesinde iflas etmeye mahkûmdur. Gerçek anlamda hakkı ve adaleti arayan hiç bir yargılama süreci, birilerinin canını yakmadan tamamlanamaz. Tıpkı, bazı polisler, askerler ve istihbaratçıların yakasına yapışılmadan Silopi'de insan eritmeye yarayan asit kuyularının sırlarının çözülemeyeceği, vaktiyle oraya atılmış olan isimsiz insanların yaşama haklarının savunulmayacağı gibi…
Aynı şekilde, rasgele köy basıp önlerine çıkan dünyadan habersiz çoluk-çocuğu “işbirlikçi” diye kurşuna dizen, bayram günü sınır karakolundaki askerleri havaya uçuran PKK'lılara hiç bir eleştiri getirmeden de “Durdurun bu kardeş kanını” demek, şiirsel sözler etmiş olmaktan öte bir anlam taşımaz. Filmin sergilediği bu aşırı dengeci yaklaşım, gerek yönetmenin duygusallığı, gerekse ülkemizdeki hassas hukuksal konjonktür açısından bir yere kadar anlaşılır olmakla birlikte, özellikle Danimarka'yı Norveç'e bağlayan uzun köprü üzerinde (ve sonrasında) sürüp giden Ali Sürmeli-Altan Erkekli diyaloglarıyla giderek kabak tadı vermeye başlıyor. Ve izleyicinin bilinçaltı da şu soruları sormaya başlıyor doğal olarak:
“Ağabeyler, ablalar, tamamdır anladık, bu ülkede çok ciddi bir iç savaş, ona bağlı olarak palazlanan kopkoyu bir yoksulluk ve bütün bunlardan nemalanan aşağılık bir güruh var. Pekiyi, sizin yaşanan bu süreç karşısındaki teziniz nedir, kim yol açıyor iç savaşa? PKK mı, ordu mu, işadamları mı, yabancı istihbarat güçleri mi? Yoksa hepsi birden mi? Kalbiniz tam olarak kime karşı? Vicdanınızda tam olarak kimi yargılıyor ve mahkûm ediyorsunuz?”
Bu arada, kendisinden bir karış toprak talep edilse onu talep edenlerin üzerine napalm bombası yağdırmaktan hiç çekinmeyecek katılılıkta bir yaklaşım içindeyken, Türklere ise ortalama 1100 yıldır üzerinde yaşadıkları toprakları en az dört parçaya ayırmalarını vaaz edip duran, Türkleri ve Kürtleri asla birleşik bir ulusun ortak mirasçıları olarak görmeyen, Doğu'daki ayrılıkçı terörün pişkin bir kışkırtıcısı konumundaki kimi batılı devletlerin (buradaki örneğiyle İskandinav ülkeleri) Mahsun Kırmızıgül gibi neyin ne olduğunu çok iyi bilen akıllı bir gözlem insanı tarafından bu denli naif bir üslûpla, neredeyse çocuksu bir iyimserlikle tasvir edilmesine şaşırdığımı da belirtmeden geçemeyeceğim.
1980'ler ve 90'larda Kürt göçmenleri topraklarına kabul ederken gayet ince hesaplara dayalı bir cömertlik sergileyen bu gibi ülkelerin bir de Bosna, Kosova ya da Irak'taki savaşlardan kaçanlara yönelik yaklaşımına dönüp bakmalı yönetmenimiz… Bu bölgedeki ülkelerin hepsinin söz konusu savaşlarda kabul ettiği göçmen sayısını üst üste koysanız, bunların toplamı, 1990 yılında Saddam'ın kimyasal silah zulmünden kaçan Kuzey Iraklı Kürtlere, o bölgede kurulan uçsuz bucaksız çadır kentlerde kepçeyle yemek dağıtan Türk görevlilerinin sayısına bile ulaşmaz! O bakımdan, Norveçlilerin “oturma izni”, yanısıra da “iş, aş ve protez ayak verme” konusundaki cömertliklerini yere göğe sığdıramayan Ali Sürmeli-Altan Erkekli arasındaki diyalogları ve bunları pekiştiren sahnelerin hikmetini, doğrusu ya, ben pek de çözemedim. Tunç Okan, vaktiyle Hitler Nazizminden esaslı bir biçimde etkilenmiş bütün o İskandinav ülkelerinde, kamu görevlilerinin damarına işlemiş olan gizli ırkçılığı, ta 1976 yılındaki “Otobüs” filminde ne de çarpıcı bir dille anlatmıştı oysa…
Bunun dışında ise film, “Eski Galata Köprüsü üzerinde aracıyla bekleyen taksi şoförünün, yanıbaşında işlenen cinayete hiç bir tepki vermemesi”, “PKK mağaralarının helikopterler tarafından bombalandığı sahnedeki coğrafî koşullar ile hemen sonraki helikopterden kaçış planındaki coğrafî koşulların birbiriyle uyumsuzluğu” ya da “Acılı babanın Çocuk Esirgeme Kurumu'na götürülen kızlarının arkasından koşma sahnesindeki devamlılık hatası” gibi bir dizi irili-ufaklı çekim ve anlatım sorunu barındırıyor.
Düşürmez elbette…
Ancak, bizim de görevimiz gerçek bir dost olarak, böyle bir cesaret gösterisinin sahibine, gelecekte daha bir çok değerli işler ortaya koyacağı uzun sinema serüveninde ne topyekün reddiyeciliğe, ne de abartılı bir yalakalığa sapmadan nitelikli eleştiriler getirmek, iyi niyetle bindiği bu geminin rotasını belirlemesinde ona yapıcı katkılar sunmak…
O yüzden de bir bütün olarak bazı aksamalara sahne olan filmin, “savaşın iki cephesindekilere paralel kurguyla verilen ölüm haberleri”, “çamaşır makinesinin çocuklar tarafından kullanımı” ve “evlatların fotoğraflarının evin duvarına ilk kez yan yana asılması” gibi bölümler başta olmak üzere, sinemaseverlerin yıllar yılı unutamayacakları güzellikte sahneler içerdiğini de gönülden bir iltifat olarak apayrı bir yere kaydediyorum.
Mahsun Kırmızıgül, bu toprakların 1980'lerden beri yetiştirdiği en önemli Kürt asıllı Türk sanatçısı olarak bir kez daha ortaya çok değerli bir eser koymuş, farklı ideolojilerden, ırklardan, mezhep ve meşreplerden gelen geniş bir kitleyi sanatın gücünü kullanarak ortak bir mesele çevresinde buluşturmayı başarmıştır. Bunu da sinsi bir gişe başarısı hesabı içinde değil, yüreğini kasıp kavuran son derece güçlü bir insanlık duygusunun çağrısına kulak vererek yaptığına adım kadar eminim. Çünkü, onun ta “Kardeşlik Türküsü”nü bestelediği dönemlerden bu yana, Türkiye'yi çeyrek yüzyıldır kasıp kavuran “iç savaş” belasından dolayı yüreğinin yandığını iyi biliyorum, çünkü aynı sancıyı kendi yüreğimde de hissediyorum.
İlk başlarda sinemasının bu kadar büyüyebileceğine ihtimal vermeyip, iş çığırından çıkınca da çevresine doluşanların gazına fazlaca gelmeden, yeni projelerinin hazırlık sürecinde daha bir sakin kafayla düşünüp taşınarak, bizlere yakın gelecekte kalemi ve kamerasıyla çok daha büyük destanlar yazacaktır bu iyi kalpli, güzel ruhlu genç adam…