Senin iltifatın bile beni hasta ediyor Ahmet Arsan efendi...

Ali Murat Güven
00:002/08/2009, Pazar
G: 2/08/2009, Pazar
Yeni Şafak
Senin iltifatın bile beni hasta ediyor Ahmet Arsan
Senin iltifatın bile beni hasta ediyor Ahmet Arsan


Geçen hafta pazar günü öğle saatlerinde, orta direğe mensup pek çok Türk aile reisi gibi üzerimde çizgili pijamalarım ve terden sırılsıklam olmuş fanilamla, ufak ufak teklemeye başlamış bazı ev eşyalarını onarmaya çalışırken cep telefonum çaldı.

Arayan, NTV televizyonundan eski bir kameraman dosttu. “Tebrik ederim birader” dedi gevrek gevrek gülerek, “İslâmî kesimde en moda sinema yazarı olmuşsun!”

Elimdeki yıldız tornavidayla çamaşır makinesinin yanıbaşında uzanmış bir vaziyetteyken, “İyi de hacı, bu yeni bir haber değil ki” diye mırıldandım ben de, “Senin biraderin, hasetinden çatır çatır çatlayan kimi dost görünümlü düşmanlarına rağmen, âleme adımını attığı günden beri moda bir adamdır zaten. O yüzden, şu mübarek tatil gününde bana yeni bir şey söyle. Meselâ, durduk yerde nereden esti böyle bir iltifatta bulunmak şimdi?”

Telefondaki dostum bu kez “Hürriyet'in arka sayfasını görmedin mi?” diye sordu. O an, değil Hürriyet'in arka sayfasını, gözlük camlarımı kaplayan ter tabakasından dolayı bir karış önümü bile göremeyecek durumdaydım. Neyi kastettiğini anlamadığımı söyleyince de “Hürriyet'in ekinde Ahmet Arsan diye biri var ya… Seni bugünkü yazısında 'İslâmî kesimde en moda sinema yazarı' ilan etmiş” diyerek meseleyi kısaca açıkladı.

Arayan ahbabıma, haftanın çamaşır stoğunu topluca yıkamaya hazırlanan karıma çalışır durumda teslim etmem gereken 17 yıllık Bosch marka bir çamaşır makinesini ameliyat etmekte olduğumu söyleyerek (nasıl cümle ama!) konuşmayı kibarca sonlandırdım ve işime geri döndüm.

İki dakika sonra, Millî Gazete'deki başka bir meslektaştan bir telefon daha… Konu yine aynı…

Sonra bir tane daha… Ve bir tane daha…

Tornavidayı makinenin kasasına doğru her uzatışımda tekrar tekrar çaldı cep telefonum… İlginç bir biçimde, aynı konu için ardı ardına telefona sarılanlar bir “bizim taraf”tan, bir “karşı taraf”tan şeklinde sıralanmaktaydı.

Yaklaşık bir buçuk saat sonraki 15'inci aranmada ise 61 yaşındaki sevgili annemin sesini duydum. O da neşeyle kıkırdıyordu telefonda, “Oğlum okudun mu bugünkü Hürriyet'i, moda olmuşsun, moda!” diye heyecanla bağırıyordu.

Dilerseniz, üst üste gelen bu telefon sağanağının ardından verdiğim sesli ve sözlü tepkileri kendime saklayayım. Ancak, eş-dostun sevgi dolu tacizleri ilerleyen saatlerde iyice dayanılmaz boyutlara ulaşınca “Nedir Ya Rabbi bütün bu feryat figânın gerekçesi?” diyerek, küçük kızımı Hürriyet gazetesi aldırmak üzere bakkala gönderdim. O gelmeden önce de hâlâ arızalı olan çamaşır makinesinin yanına bir sandalye çektim, Monte Carlo Light'ımdan bir tane yaktım ve düşünmeye başladım.

Yeni Şafak sinema sayfasında, bağlı olduğum İslâmî ve insanî idealler doğrultusunda, özellikle de genç kuşak sinemaseverler için son dört yıldır aralıksız olarak yazıp çizen bir adamdım. Ki bu süre yalnızca köşe yazarlığı ve sinema editörlüğü yaptığım dönemi kapsamakta. Geride gazete-dergi muhabirliği, televizyon programcılığı, reklâmcılık gibi farklı farklı pozisyonlarda geçirilmiş kocaman bir 20 yıl daha var.

Hürriyet'teki mâlûm yazıyı görüp arayan kitlenin en az üçte ikisinin ise o tarihe kadar zahmet edip iki yazımı üstüste okumuşluğu yoktu. Bırakın hayatımın ikinci ya da üçüncü halkasındaki dostları, en iç halkaya oturttuğum ve “özel”imin kapılarını ardına kadar açtığım pek çok mücahidin bile, “Büyük bir coşkuyla, gözyaşları içinde kaleme aldığım bu haftaki yazımı okudun mu kardeşim?” diye sorduğumda “Öhhö öhhö, hocam biraz yanlarım ağrıyordu, pek dikkatli okuyamadım doğrusu… Tam Ayşe Arman'ın yazısını okumayı bitirip sizin gazeteye geçiyordum ki kapı çaldı, sonrasında da unutuvermişim” kıvamında karşılıklar vermeleri benim için uzun yıllardır vak'ayi âdiyedendir.

Fakat, günün birinde kartondan bir adam ismimi Hürriyet'te tek cümleyle anınca, hepsi de sözleşmiş gibi aynı saatlerde bunu görüyor ve ardı ardına telefona sarılıyorlardı. Demek ki böyle bir imtiyazdı “merkez medya”da çalışmak… O boyutta tiraja sahip bir gazetede boş kâğıda doğru yellenseniz bile memlekette fırtınalar kopuyordu!

Neyse uzatmayalım, kızım Gülbilge Elif köşedeki bakkaldan gazeteyi alıp geldi, ben de evde ilk bulduğum koltuğa çöküp, Robert De Niro'ya öykünen ekşimik bir suratla Hürriyet'in Pazar Eki'nin arka sayfasını incelemeye başladım.

Bir süredir isminin ve cisminin çevresinde Nostradamus'un kehanetlerinden bile daha yoğun spekülasyonlar türetilen Ahmet Arsan adlı şahıs, parçalı köşesinin en tepesinde “İslâmî kesimde modalar ve demodeler” diye kendince bir kategorizasyona girişmişti. Orada da beni, yani bırakın liboşları ve solcuları, daha İslâmî câmianın dörtte üçünü bile özünde “temiz kalpli ve halis niyetli bir adam” olduğuna inandıramamış olan bu fakiri, çoğu yine bizim câmiadan olan fanatik takipçilerine “moda sinema yazarı” şeklinde sunmaktaydı.

Pekiyi, bunu nasıl bir üslûp ve yöntem çerçevesinde yapmıştı Arsan hazretleri?

Hemen söyleyeyim; “züccaciyeci dükkanına giren fil” benzetmesini çok andıran bir üslûp ve yöntemle…

Müslüman kimlikli bir adamın en hassas olması gereken konuyu, yani “edep dairesi”ni zerrece umursamaksızın ortalığı hoyratça kırıp dökerek, İslâmî câmiayı diğerlerinden ayıran ahlâk çitinin üzerine çıkıp onu yerle bir ederek…

Yazının devam cümlesine baktığımda gördüm ki benim “moda”lığımın karşılığı olarak, kendisini 15 yıldan bu yana ilgiyle, sevgiyle ve saygıyla takip ettiğim değerli dostum, inanç yolundaki kardeşim ve meslekteki ağabeyim İhsan Kabil “demode” ilan edilmiş.

Üstelik, Arsan, o yazısında yalnızca benim ve Kabil'in isimlerini değil, câmiamızın daha bir çok saygıdeğer insanının kafalarını birbirine tokuşturmayı denemiş. Sözgelimi, bir buçuk yıla yakın bir süredir her kesimden ve her meşrepten izleyicinin gönlünü fetheden, kendi kategorisinde bir “televizyonculuk fenomeni”ne dönüşmüş durumdaki “Meksika Sınırı” adlı programı kafasına göre “demode” ilan edip, karşısına henüz ikinci yayın haftasına girmekte olan bir programı koymuş. Bir tarafta kendi geleneklerini iyiden iyiye oluşturup artık olgunluk dönemine girmiş bir yapım, diğer tarafta ise henüz saha kenarında ısınma dönemini yaşayan bir başka yapım… Ki böyle bir kıyaslama tekniği sayesinde, beyefendinin televizyonculuktan ne kadar esaslı bir biçimde anladığını da görmüş olduk.

Velhasıl, Arsan'ın köşesindeki bu “moda” ve “demode”ler listesi, sözünü ettiğim yöntem ve üslûpta akıp gitmekteydi.

Hürriyet yönetiminin İslâmî kesimin içinde ıslak bir kanal faresi gibi sinsice dolanıp gammazlama haberler yazıp çizmesi için imâl ettiği bu maket karakter, gayet sınırlı kapasiteye sahip o beyniyle, böylesine seviyesiz bir taltiften çok hoşlanacağımı düşünmüş olmalıydı anlaşılan…

Fakat, hoşlanmadım. Çünkü ben, kendisinin meslekî ve ahlâkî tekamülünde hakkı geçmiş insanlara karşı öteden beri saygılı olmasıyla tanınan bir adamım. Vicdan sahibi düşmanlarım dahi bunun böyle olduğunu bilir. Şimdiye kadar yönettiğim sayfadan gelip geçen, gönül dostlarıma ilişkin düzinelerce ithaf yazısı da “İslâm kardeşliği” noktasındaki ödünsüz duruşumun arşivlere girmiş birer tanığıdır.

Son bir kaç haftadan beri Hürriyet Pazar Eki'nin arka sayfasında (İslâmî câmiaya duygusal olarak da fiilen de epeyce uzak kaldığı için) son kullanım tarihi geçmiş bir sürü zırvayı yan yana sıralayıp duran bu kişiye, yazı yazarken izlediği “tarz”a ilişkin olarak bir çift sözüm var:

İhsan Kabil, yalnızca mütedeyyin kesimin değil, Türkiye'nin yetiştirdiği gelmiş geçmiş en kaliteli sinema yazarlarından biridir. Üstelik o yalnızca bir sinema yazarı olmakla da kalmayıp, sinema sanatı üzerine özgün yaklaşımlar ortaya koyan, ufuk açıcı saptamalar yapan bir “düşünür”dür. Hadi, bütün bu entelektüel niteliklerini de bir kenara bırakalım, benim büyüğümdür, ağabeyimdir, dostumdur, canımdır, kanımdır, Müslüman kardeşimdir. İhsan ağabey beni süpermarketlerde iki liraya satılan kendinden parlatıcılı ayakkabı boyalarından biri olarak kabul edip bir konferansa giderken ayakkabısını parlatsa dahi, onun böylesi bir taltifinden ancak mutlu olurum.

Hâl böyle olunca da “kafa tokuşturma” yöntemiyle türetilmiş böylesine döküntü bir iltifat için, senin gibi “kültürel aidiyetini çarşamba pazarında satışa çıkarmış” birine İhsan Kabil gibi ender bulunur bir entelektüel değeri öyle kolay kolay yedirmem, haberin olsun.

Bu “uyarı bir”di…

Şimdi de meseleye kaldığımız yerden devam edelim…

Bu satırların yazarı, senin o aşırı iştahlı boğazından geçmeyecek kadar kalın bir lokma olduğu gibi, ayrıca kişiliğinin bütün şifrelerini daha yıllar öncesinde teker teker çözmüş, bu yönüyle de kariyerin için son derece tehlikeli bir adamdır. “Adam” ne kelime, gerçek bir psikopattır o!

Çünkü yıllar yılı hep aynı mahallede çöplendik; bir sürü ortak dostumuz olduğu gibi yollarımızın ister istemez kesiştiği bir dizi olay da var mâzide. O yüzden, sen sen ol, ismimi -her ne surette olursa olsun- köşende bir daha sakın böylesi ucuz laf cambazlıklarının arasında telaffuz etme. Çünkü, özellikle son bir yıldır hakkındaki duygu ve düşüncelerimi enine boyuna dile getirmemek için kendimi zaten çok zor tutuyorum. Bu köşede o bahisleri açmaya ve nicedir derlediğim pullu-belgeli örnek olayları sıralamaya bir başlarsam, epeyce zor durumda kalırsın, şimdiden hatırlatmış olayım.

Kriz zamanlarında, çalıştığın kurumdan kimlerin atılacağının belirlendiği tenkısat toplantıları sırasında zavallı bir şoförü gece yarısı “konsantre değil, gerçek sıkma portakal suyu” bulma talimatıyla semt semt dolaştırıp sonunda kaza yaptırmandan girerim, Bakü'de Şehitler Mezarlığı'nın 10 metre yakınına kadar gelip de “Burası çok rüzgârlı, sıkıldım” diyerek orada ellerini açıp bir dua etmeden defolup gitmenden çıkarım.

Aynı şekilde, geçmişte konseptini ve cümlelerini benden aşırdığın muhtelif yazıların satır satır kıyaslamalarından başlarım, seninle aynı mücadelelere baş koymuş bir sürü yol arkadaşını gözünü bile kırpmadan nasıl sattığına ilişkin acı hatıralarla noktalarım.

Bu da “uyarı iki”ydi…

Hürriyet'te senin gibi birinin köşesinde ismi çıktı diye günlerce sevindirik olacak, her tarafı komlekse bulanmış yalama sağcılara benzemem ben… Egemen sistemin sahipleri varlığımdan zerrece haz etmeseler de çocukluğumdan beri "yalnızca seccademin alnımdan öpmesiyle" yetinmeye alıştırdım kendimi bir kez… Bu ıssızlık içinde de büyük bir zevkle miadımı doldurup öleceğim.

Çok iyi biliyorum ki cenaze namazımda, vaktiyle film çekmelerine yardım ettiğim 5-10 tane dindar ve yoksul kısa filmci gençten, geçmişte çalıştığım medya kurumlarının çaycılarından, temizlikçilerinden başka hiç kimse olmayacak. Hele de hükûmetten, bürokrasiden, medya kuruluşlarının üst katlarından ya da yerel yönetimlerden hiç kimse! Çünkü mesleğimi, onların dikkatini çekip saygısını ve sofrasını kazanabileceğim “elitist” bir tarzda icrâ etmedim hiç bir zaman. Anılan türdeki kişi ve kurumların hesaplı-kitaplı beğenisinin insanı nereye doğru evrilttiğini çok iyi bildiğim için, bu gibi topluluklarla birlikte bulunmaktan özellikle kaçındım.

Yalnızca, paranın ve gücün üzerinde oturanlar mı uzak duracak cenazemden… Yanı sıra, bugünkünden daha özgür bir ülkede yaşasınlar diye çok gözyaşı ve dil döktüğüm bir sürü türbanlı kız da “Gıcık olduğumuz bir tipti, üstelik yazıları da bu çağa göre aşırı radikal ve sıkıcıydı, Alin Taşçıyan ondan çok daha güzel yazıyor” diyeceklerdir meselâ…

Öte yandan, SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) yönetimi deseniz, onların bırakın bir üyeyle falan temsil edilmeyi, cenazeme çiçek göndereceklerinden dahi kuşkuluyum.

Aynı şekilde, Bilim ve Sanat Vakfı çevresinden de hiç kimse katılmayacaktır o cenazeye, Fethullah Gülen cemaatinden de… Çünkü her iki topluluğu da çeşitli vesilelerle kızdırmışlığım söz konusu…

Fakat, İslâm ile tanıştığı ilk dakikadan son nefesine kadar ilkelerinde hiç yavşamamış, en azından buna içtenlikle çaba harcamış biri olarak, o gün huzurla gireceğim toprağa… Geride çocuklarıma ufak tefek bazı İslâmî vakıflar tarafından armağan edilmiş bir kaç teşekkür plaketi ve ismimi hayırla yâdeden bir avuç dost bırakarak…

Nihayet, “büyük mahkeme” tarihi gelip çattığında da vaktiyle kalbimi kırmış, çeyrek yüzyıllık meslekî emeklerime saygısızlık etmiş, beni şu sefil dünya hayatında sinemasever gençlere daha etkili yardımlarda bulunabilmek için ihtiyaç duyduğum üç kuruşa, yazı yazarken oturabileceğim bir sandalyeye ve motive olabilmek için iki olumlu söze muhtaç etmiş herkesten andolsun ki çatır çatır soracağım hoyratlıklarının hesabını…

Sözlerimin son kertesinde diyorum ki sen “çürük” bir adamsın Ahmet Arsan… Kenan İmirzalioğlu'nun “Kabadayı” filminde İsmail Hacıoğlu için kullandığı o harika ifadeyle “dandik” bir şahsiyetsin. Çünkü, medyadaki kariyerini bütünüyle dedikoduculuk ve redd-i miras üzerine kurmuş durumdasın. Ki tuttuğun bu yol da temelinden yanlış ve sakat…

Benim gibi, mensubu olduğu kültürel çevrede yaşadığı acılardan dolayı her gün kahrolsa bile bunları içine atmasını bilen, “mahalle”sinin aydınlık geleceğinden yana umudunu hiç yitirmemiş biriyle, senin gibi aynı mahallenin yıllar yılı kaymağını yediği hâlde yine de oraların dedikodusunu yaparak geçinen birinin yolu bu dünyada öyle kolay kolay buluşmaz, buluşamaz. Biz senin gibilerle ancak öte taraftaki “ayrıştırma kuyrukları”nda uzaktan pis pis bakışırız, hepsi o kadar…

O yüzden, geçen hafta ortaya savurduğun sözde iltifat, bana en galiz küfürden bile daha rahatsız edici geldi. Hele de bunun İhsan Kabil gibi derviş ruhlu bir can dostu kırmak pahasına dile getirildiğini görünce iyice çileden çıktım.

Sözün burasında, istemeden öznesi olduğum bu ilkel yüceltme denemesi için, İhsan ağabeyimden, o hıyarlığın asıl sahibi adına ve bütün kalbimle özür diliyorum.

Madem ki Hürriyet gibi büyük bir gazetede “bizim mahalle” üzerine ahkâm kesmeye cüret ediyorsun. O zaman, bu mahallenin en önemli ayırt edici kuralının “büyüğe hürmet” olduğunu da hiç hatırından çıkarmayacaksın. Senin cephende ayağı hafiften bir tekleyenler, hastalananlar ya da yaşı kemâle erenler anında üretim bandının üzerinden alınıp çürüğe çıkartılıyor olabilir; fakat biz gericiler ise köprünün bu tarafında bizleri aklen ve ruhen büyütmüş olanları her fırsatta vefâyla anıp onlara “usta” demeyi tercih ediyoruz. Bu konuma erişmiş Müslüman aydınlar câmiamız içinde “demode varlıklar” olarak görülmediği gibi, aksine, yaşlandıkça daha da kıymetlenen yol göstericiler olarak algılanmaktalar…

Bu söylediklerimin senin nazarında boş olduğunun ve o kabuk bağlamış kalbinde hiç bir duygusal titreşime yol açmayacağının pekâlâ farkındayım aslında. Çünkü, sen zaten İslâmî camiada her zaman için yolunu bulamamış bir “gölge”ydin. Ne bu insanları, ne de bizim “dâvâ” dediğimiz o değerler manzumesini hiç bir zaman içselleştirmedin. Aramızda, yakanı hiç bırakmayan derin bir huzursuzluk duygusu eşliğinde belli bir süreliğine misafir oldun ve en sonunda da ruhen ait olduğun yere gittin.

Gidişin mütedeyyin kesim için asla bir kayıp değildir, aksine çok büyük hayırlara vesile olmuştur. Ancak, heybende bu câmiaya ilişkin bazı can acıtıcı hatıralar ve öfke kırıntılarından başka hiç bir şey bulunmadığı için yıllardır yine dönüp dolaşıp bizim mahallenin dedikodularıyla geçinmeye çalışıyorsun. Zaten liboşlar arasında sana yönelik talep de eni boyu bundan ibaret değil mi muhterem Ahmet Arsan hazretleri…

Bu arada, son bir uyarı daha… Bir dahaki sefere televizyon programlarına konuk olduğunda, yapılacak telefon bağlantısına iki cümleyi arka arkaya dizmesini bilen bir figüran çıkar. Çünkü cepheye sürdüğün o “kurban”ın gazeteci-yazar dostumuz Murat Menteş'in karşısında dakikalarca gevelenmesi gerçekten de çok acıklı bir manzara oluşturdu.

Uygun birini bulamıyorsan da bana haber ver, sana hemen bir kasting ajansı kataloğu göndereyim, oradan çevirdiğin dümenlere en yakışan kişiyi seçersin.

Mâlûmun olduğu üzere, ben gazeteciliğin yanısıra, aynı zamanda filmcilik piyasasındayım, dolayısıyla artistten çok iyi anlarım!


* * *

Konuyla doğrudan bir ilgisi yok, ancak son anda aklıma geliverdi. Bitirirken bir notum da Vatan gazetesinin yazarı Sanem Altan'a…

Değerli meslektaşım; emin olun ki ben bütün hayatım boyunca, bir “kol kırılması”nın bu denli egzajere edildiği bir başka yazı daha okumadım. Doğrusu, manzaraya ilişkin olarak yaptığınız dramatizasyon tek kelimeyle müthişti. Âdeta Oliver Stone'un “Müfreze” filminde, kötü kalpli takım arkadaşı Çavuş Barnes tarafından düşman hatlarında satışa getirilen Çavuş Elias'ın gözü kara Vietkonglular tarafından yavaş çekimde kurşuna dizildiği unutulmaz sahneyi izler gibi oldum.

Açık konuşmak gerekirse, pek çok kişi gibi ben de fena halde kıskandım Sayın Ahmet Hakan Coşkun'a ilişkin o acıklı yazıyı… “Meslektaş dayanışması” diye işte buna denir be kardeşim!

Ola ki gelecekte kolum-bacağım falan kırılırsa, şansımı deneyip bir meslektaşınız olarak ilk sizi arayacağım.


* * *

Asıl bahse konu olan Ahmet Arsan yazısının linki:


Ek bahse konu olan Sanem Altan yazısının linki: