Konuğumuz Oruç mimarı, vücudu bir yandan yenilerken, öte yandan elini ruha atar. Her mü'min kendi gücü çerçevesinde Cebrail'in bir kanadının ruhuna çarptığını duyar.
Her yıl bir ay için Oruç mimarı bize konuk gelir. Gelir gelmez de kollarını sıvar ve işe koyulur. Bir kahve içimlikbile beklemez, dinlenmez. Kutsallığın işçisidir o. İlkin vücut evini şöyle bir yoklar. Bir sarsar insanı. Öyle sarsar ki, bacalarda ne kadar birikmiş kurum varsa dökülür. Tabiat etkisiyle gevşemiş ve kopmaya yüz tutmuş sıvalar düşer. Yerinden oynamış kiremitler kayar. Organlar arasında, kasların, eklem yerlerinde, hareketsizliğin ve ölümün sembolü olarak gerilmiş kaç örümcek ağı varsa yırtılır. Vücut konağı, böylece konuğun, büyük konuğun gelmiş olduğunu bilmiş olur.
Sonra oruç onarmaya başlar. Her hücreye iner ve hücre içinde bir kaynaşma, yumurta sarısının oluşumuna benzer bir tazeleniş başlar. Ölüm sularında gezen, dolaylarında, çevrelerinde dolaşan her hücre, bu kaynar su yeniliğinde, hayata döner. Her hücre, ölümün bir yumurta kabuğu gibi ördüğü kireç zarını kırar. Bir diriliştir başlar. Her hücre, yeni doğmuşcasına dirilir. Hızır'ın tadından bir tad alır. Bir gün içinde, bir kalp gibi gündüzün büzülüp geceleyin açılır. Böylece çoktan atış yapmamış bir tüfeğin tututluğunu andıran yılın alışkanlığı gider ve atışa hazır bir silah gibi tertemiz ve pırıl pırıl hayat akışına yeniden katılır hücre. O, bu oluşu geçirirken, mimarların en mimarı oruç, başucunda, bir anne gülümsemesiyle durmaktadır. Orucun ışığı, radyum ışığı gibi arıtır hücrenin içini. Artık hücre, kendi içine, kendi ölümün ekapanma tehlikesinden kurtulmuştur. Öbür hücrelere doğru koşacaktır. Ayni dirilikte buluşan, ayni mutlulukta iftar eden, ani ölümün kıyısında, oruç mucizesiyle kurtulan vücudun hücre ordusu, bir savaş öncesindeymişçesine tabiat önünde sıraya girer ve büyük hayat şarkısını, neşeyle, aşkla ve inançla söyler.
Konuğumuz oruç mimarı, vücudu bir yandan yenilerken, öte yandan elini ruha atar. Her mü'min kendi gücü çerçevesinde Cebrail'in bir kanadının ruhuna çarptığını duyar. Vücudun ördüğü kuleler içinde sıkışmış ruh, ilkin bir yandan içeriye bir sabah ışığının sızdığını görür. Cezbedilmiş gibi oraya döner. Sonra ışık artar ve kurtarıcı bir güneş ışığı halini alır. Ruh yaralarını o ışığa tutar veyaraları, bir cüzzamlının iyileşmesi gibi kurumaya ve sönmeye başlar. Sonra ışık kuleyi yıkmaya başlar Ruh, dışarıya, petekten sızan bir bal gibi sızar, sızar... Zekâ aydınlanır, hafıza arınır. İçgüdü bilenir, paslarından sıyrılır. Şuuraltı düğümleri çözülür, akrepleri löür. Şuur, elastikiliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular koğulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. Ölüme karşı yeniden bağış kazanmıştır artık.
Konuğumuz Oruç, pencerelerimizi açar, perdeleri havalandırır. Evin badanasını ve boyalarını tazeler. Mutfak ve kilerimizi doldurur. Sularımızı tatlandırır. Lambamızı kutlar. Soframızı kutsallaştırır. Gök sofrasını açar. Gecemize, ebedi düşler ekler. Çatımızdaki vahşi sesleri durdurur. Mezarlara yerleşmiş yabancı görüntüleri ürkütür. Ülkeyi güvenli bir ülke yapar. İnsanı kendi özüne, değişmez gerçeğine döndürür. Nimetlerin akıntısındaki düz akımı dalgalı akıma çevirerek açlıkta ve susatarak insanı metafizik plana çeker. Arık insan, düşünceleri ve sözleri bir saman yığını gibi savurmaz. Belki, bir yıl, uğrunda alınteri döktüğü bir buğday harmanı gibi devşirir ve her tanesini değerlendirir. Göklerin hakkı ayrılır bu harmandan, sonra insanın hakkı ayrılır.
Oruç konuğumuz, çocukların takma sakallı, maymun yüzlü Noel Babası değil, nur belirtili öğretmenidir. İlk oruç tuttuğu gün çocuk, ilk dersini başarıyla vermiş minik bir öğrencidir. Göklerin ve yerlerin, gönüllerin ve ruhların ilk dersini vermiş, ilk ölüm provasını zaferle donatmış bir diriliş eridir o.
Konuğumuz, her gece yemekten sonraki çay saatinde, ceplerinden ceylan derilerine yazılmış şiirler çıkarır ve en gençlerimiz, o şiirleri, içlerinde o güne kadar gizli kalmış da o gün birdenbire kendilerinin bile farkına varmadıkları bir olağanlıkla açığa çıkmış doğu bilgileri ve bilgelikleriyle okur. Ve o çay saatindeki aile tablosu lamba ışığında sonsuzlaşır. Komşu evler, komşu kentler, komşu ülkeler, komşu gezegenler ve komşu güneşler, o yeni bulunmuş ilahileri dinlemek için bizim o çay saatini beklerler.
O çay saatinde, Hira Dağı'nı görürüz ki, mağaradaki eşsiz gök sözcüsüne, Cebrail, azığını yeni götürmektedir. Bir çocuk gibi heyecanlı, omzunda gök sofrasından bir heybe, Cebrail tırmanıyor Nur Dağı'na. O çay saatinde, biz, Nuh'un gemisindeki kuşların, fillerin ve aslanların, aylardan sonra, ilk karayı gördüklerinde yükselttikleri kurtuluş seslerini duyarız, işitiriz orucun keskinleştirdiği kulaklarımızla.
O çay saatinde, birden yüreğimiz yumuşar. Çünkü: putları dize getiren İbrahim, çocuk sevgisinin engelliğinden de ürpererek, elinde bıçak, çocuk İsmail'in başucunda durmaktadır. Hepimiz korkuyla, ürküntüyle, öfkeyle ve susuşla doluyuz. İşte, tam o sırada, uzaktan, adeta denizaşırı bir ülkeden gelen ses duyulur: “Ya İbrahim, İsmail'e acı. Mü'min bir çocuktur. Mü'minin mü'mine sevgisi, büyük sevgiyi azaltmaz, arttırır”. Dışarda yağmur yağıyorsa, biz, yeşilin zaferi baharı düşünürüz. Kar beyazlığı pencerelerimden sızıyorsa, biz, tabiatın kefenlendiğini, evrensel tabuta yerleştirildiğini biliriz. Kar helvası yaparız, ölümün öteki yüzüne değen beyaz azıklarla. Sıcak yaz geceleriyle, içeri giren ve kısrakları gebe bırakan sıcak rüzgarda uçuşan kelebekleri seyrederiz. bu kelebeklerin her biri, bir sırla, hayat ve ölüm sırrıyla yüklüdür. Konuk elini uzatınca bir kelebek eline konar, sonra dökülür, tozhaline gelir. Biz içimizden: “İşte bir alçakgönüllüce bitiş” deriz.