1961 yılında Rize’nin Pazar ilçesine bağlı bir dağ köyünde dünyaya gelen Özcan Sümer, dokuz kardeşten biri olarak zorlu bir hayatın içinde doğmuş. Babasız bir ailede, annesi dokuz çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalınca annesi, Özcan Sümer ve kardeşini yetiştirme yurduna vermek zorunda kalmış. Yetiştirme yurdunda büyüyen Özcan Sümer, hayatın zorluklarına karşı azimli bir şekilde hayatını sürdürmüş. Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamlamış olan Sümer, üniversite yıllarında da pes etmeyip başarıya odaklanmış. Mezun olduktan sonra, 1985-1993 yılları arasında bankacılık ve özel sektörde çeşitli pozisyonlarda çalışarak iş dünyasında deneyim kazanmış olsa da Sümer’in hayalleri hep daha büyükmüş. 1993 yılında kendi şirketini kurarak iş dünyasına adım atmış. Almanya, Mısır, Fas ve Bangladeş’de iç giyim üretim sektöründe faaliyet gösteren şirketlerde kurucu ortak, yönetim kurulu üyesi ve başkanı olarak toplamda 20 yılı aşkın süre görev yapmış. Özcan Sümer’in kariyerinde en önemli adımlardan biri ise Suwen markasının 2003-2017 yılları arasında yönetim kurulu başkanlığı ve genel müdürlük görevlerini yürütmesi olmuş. Ancak bu başarılar, Sümer’in hikâyesinin sadece bir parçası. 1993 yılından beri kurucusu olduğu Eko Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’de yönetim kurulu başkanı olarak görev yapmaya devam eden Sümer, İstanbul, Zonguldak, Bursa ve Vize’de bulunan fabrikalarında iç giyim, ev giyim ve plaj giyim ürünleri üretiyor. Özcan Sümer’in hayat hikâyesi, zorluklardan yılmadan başarıya ulaşmanın ve azmin gücünün en güzel örneklerinden biri. Yetiştirme yurdunda başlayan hayat yolculuğu, onu dünya çapında tanınan bir markanın kurucusu ve iş dünyasında saygın bir lider haline getirmiş. Evli ve üç çocuk babası olan Sümer’in azmi ve kararlılığı, kendi gibi yetiştirme yurdunda büyüyen pek çok gence ilham veriyor. Sümer ile İstanbul’daki tekstil atölyesinde bir araya geldik ve hikâyesini konuştuk.
Devletin şefkat eli üzerimizdeydi
Rize’de yetiştirme yurdunda büyümüşsünüz. Evden ayrıldığınız o günü hatırlıyor musunuz?
Biliyorsunuz ki devlet korunmaya muhtaç çocukları yetiştirme yurduna alıyor. Biz de Rize’de bir köyde yaşıyorduk. Babam erken yaşta vefat edince annem tek başına dokuz çocuğuyla birlikte geçinmekte haliyle zorluk yaşadı. Hem okuyorduk hem babasız olmanın zorluklarını yaşıyorduk. Ben kardeşler arasında sekiz numarayım. Devlet beni ve en küçük kardeşimi koruma altına aldı. Yetiştirme yurduna gönderildiğimde dokuz yaşındaydım. Hatırladığım kadarıyla belli ki uzunca bir süre dönemeyeceğim bir yere gidiyorum ve annem tabii mutlulukla hüzün arasında bir yerdeydi. “Çocuklarımın sıcak bir yuvası olacak” diye düşünüyordu bir yandan da çocuklarından kopuyordu. O iki şeyin arasındayken bir tuhaflık olduğunu algılayabildim. Ama hissediyordum bir gün buraya daha iyi şartlarda döneceğim. Dokuz yaşından beri bugünlerin hayali içimde doğmuştu. Geri geleceğim ve her şey farklı olacak hissiyle ayrıldım. Annem kardeşlerimin bir kısmını okutmaya devam etti ben ve kardeşim de Rize Yetiştirme Yurdu’nda devlet korumasına alındık. Üniversite ikinci sınıfa kadar yetiştirme yurdunda büyüdüm kardeşimle birlikte. İyi ki de kalmışım tabii ki.
Kardeşiniz ile aynı yurtta mıydınız, görüşebiliyor muydunuz?
Evet kardeşimle üniversiteye kadar aynı yurttaydık, birlikteydik. Ben Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazanınca Bornova Yetiştirme Yurdu’na gönderildim. Kardeşim de Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazanınca Kızılay yurdunda kaldı. Üniversite ikinci sınıfa kadar devletin şefkat eli üzerimizdeydi. Ama maalesef 18 yaşından sonra koruma kararı kalkınca yurttan ayrılmak zorunda kaldık.
Peki anneniz sizi ziyaret edebiliyor muydu? Yurtta kaldığınız zamanlarda bir araya gelme imkanınız oluyor muydu?
Annem gelip gidemiyordu. O kadar imkânsızlıklar içindeydik çünkü. Köy ve şehir arasında ciddi bir yol parası maliyeti vardı. Ama biz iki ayda bir hafta sonları kardeşimle köye gitmeye çalışıyorduk.
Yetiştirme yurtlarında iki tip çocuk vardı
Yurda döndüğünüzde nasıl hissediyordunuz?
Tabii ki her seferinde yurda zor dönüyorduk. Ama gidince de yetiştirme yurdunda çocukluk ilgilerine yönelebiliyoduk. Çokça kardeşlerimiz vardı oynayabiliyorduk. Kalorifer vardı, sıcak bir ortamımız vardı. Köydeki evimizde ise kardeşlerimden birinin yatağı ısıtması için önce yatmasını beklerdik. Herkes birinin önce yatmasını beklerken yurtta sıcak bir odada uyuyorduk. Hüzünle sevinç bütün hayatımız boyunca etkiliydi.
Arkadaşlık ortamınız nasıldı? Kendinizi nasıl hissediyordunuz?
Yetiştirme yurtlarında iki tip çocuk olabiliyordu. Bir disipline edilmeye müsait çocuklar. Bir de sıra dışı kullanılmaya müsait çocuklar olabiliyordu. Her sokak da evde de olduğu gibi. Biz yetiştirme yurdunun disiplinini akademik bir arkadaş grubuna çevirdik. Nitekim savcı, kaymakam, hakim, mali müşavir, benim gibi iş adamı olan kişiler yetiştiği gibi, hayatın karanlıklarında kötü meslekleri seçmek zorunda kalan, bu yolda harcanan kardeşlerimiz de oldu. Dolayısıyla iki kutuplu bir hayat kaçınılmaz şekilde oluyor. Nesiller arası değer aktarımını yaşayamıyoruz biz. Bakanlık çocuk evleri sayesinde şimdilerde bunu da çözmüş görünüyor. Toplumla bir arada olmalarını temin ederek değer aktarımını sağlamış oluyorlar.
Yurtta kalan çocuğun az arkadaşı olur
Biraz önce “İyi ki yurtta kaldım” dediniz. Yurt hayatı size neler kattı?
Yetiştirme yurdu bana çok şey kattı. Disiplinli bir çalışma ortamımız vardı. Okul araç-gereç ihtiyacı pahalı olduğu için bu ihtiyaçları köy evinde kalsaydık temin edemezdik ama yurt sayesinde ettik. Bazı sorunlar da vardı tabii. Yurtta kalıyor olmamız arkadaş çevremizin azalmasına neden oluyordu. Yetiştirme yurdu deyince arkadaşlarımız bizden uzaklaşıyordu. Aile disiplininden uzak yetiştirildiğimizi düşünüp çocuklarını uzak tutan aileler oluyordu ama okuldaki en iyi notlara sahip kişilerin yurtta yetişen kişiler olduğunu görünce bizimle arkadaşlığa teşvik etmeye başladılar. Ama çocukluk ve gençlik yıllarımda bu ötekileştirmenin izini taşıdım. Bu günlerde de görüyörüz her köyde mahallede ve ailede olabilecek sorunlar bir yetiştirme yurdunda olunca bu konu yetiştirme yurtlarının rutin problemi gibi abartılıp toplumla kaynaşmamız zorlaştırıp ötekileşmemize neden oluyorlar.
Üniversiteyi okuduğunuz zamanlar tam da 1980 Darbesi’nin yaşandığı dönemlerdi. Herhangi bir olaya dahil oldunuz mu?
Üniversiteye gittiğim yıl 1978-80 yılıydı. Çatışmalar artık liseli öğrencilere kadar inmişti. Kardeşimle kaldığımız yetiştirme yurdunda yoktu ama üniversite için kaldığımız yurtlar hücreye dönmüştü. Kaldığımız yetiştirme yurdunda olaylara karışmış yetiştirme yurdu çocukları vardı. Gece yarısı polis geliyor, baskın yapıyordu. Arama yapmak için genç olmanız yetiyordu. Yurtta silah, sopa bulunuyordu. Bunun stresini yaşıyorduk sürekli. Biz de çok fazla kalmadık ayrıldık o yurttan.
Tek başarısız olduğum konu babalık
İç giyim sektörüne girme hikayenizi dinlemek isteriz. Neden moda sektörü? O ilk güne dönecek olursak neler anlatmak istersiniz?
Bu hayatta başarısız olduğum tek konunun babalık olduğunu düşünüyorum. Çünkü nasıl baba olunur bilmiyorum. Babalık öğrenilen bir şey. Yetiştirme yurdundasınız babanız yok. Evlendim, eşimin hamile olduğunu öğrendiğimde korku ve sevinç aynı düzeyde kaplamıştı beni. Çünkü geçindirememe korkum vardı. Bir de arkadaşlarımın çoğu teftiş kurulu sınavına girip müfettiş oldular fakat benim şivem Karadeniz şivesi olduğu için hiçbir teftiş kurulu sınavlarını, sözlülerini geçemedim. Bir anda açıkta kalmıştım. Müfettiş olamayınca hemen özel sektörde bir işe girdim ve düşük bir ücret alıyordum. Bir yandan dokuz yaşındaki hayalimi düşündüm. Geri dönüp ailemi kurtaracaktım bir yandan da çocuğum olacaktı. Bunu nasıl başaracağım diye düşünüyordum. Müfettiş olamayınca bir tekstil firmasında mali müşavir olarak girdim. Türkiye’de üretim yapıyordu ancak Avrupa standartlarında üretim, kalite anlayışı ve bilgi birikimi yoktu. Ya çok büyük aracı ihraçatcılar büyük imalatçılar ya da geniş bir kesim küçük dağınık kurumsallık bir yana hiçbir dokümantasyona sahip olmayan imalatçılar ordusu vardı.
Mali müşavir olduğum için pek çok imalatçının formel ve yapılarını düzelttim. Kapasite raporları vs gibi çalışma disiplinlerini ihracat yapabilir hale getirdim. Ücretsiz çalıştım. Sabah sekiz akşam altı bir şirkette çalışıyordum, altıdan sonra gece 12’ye kadar bu imalatçıların küçük atölyelerinin muhasebelerini yapıyordum, yapılarını düzeltmeye çalışıyordum. Böylece o koca aracıların arenasına isimsiz küçük ama kalabalık bir imalatçı ordusu çıkardım. Onlardan mal alıyordum Avrupa’ya al-sat yapıyordum. Bir de bir şey daha yaptım. Ekolojik ürün konuşulmaya başlanmıştı ama henüz moda olmamıştı. Şu an firmamızın “Eko Tekstil” adı ekolojik iç giyimden gelir. Ekolojik ürün bugünlerde moda. Ben ekolojik iç giyim yapacağım dediğimde tarih 1993’tü. Ama ekolojik iç giyimin ticari boyutunun az olduğunu biliyordum. O dönem herkes harıl harıl ürün satıyor ama kimse uzun vadeli strateji ve tasarıma önem vermiyordu. Ben de dedim ki ekolojik iç giyim koleksiyonu ile dikkatini çektiğim o büyük mağaza zincirlerine geniş koleksiyonlarla zamanın ruhuna uygun seçenekler sunmalıyım... Ve bugünde olduğu gibi her modayı ve yenilikçi ürünü müşterilerimiz bizde bulabiliyor oldular. Zaman geçtikçe üretimin ve kalitenin önemi hatta markalaşmanın gerekliliğini bidiğim için üretimde inovatif hamlelerle üretime başladım. İlk üretime 60 kişiyle başladık. Bugün üretimde bin 500 kişiyiz. Bize çalışan yerler ve perakendeyle birlikte 4 bin kişiyi aşkın kişiyi istihdam eden bir yapı doğdu. Kırk ülkeye de ihracat yapıyoruz. Türkiye’de Vize, Bursa, Zonguldak ve İstanbul olmak üzere dört tane fabrikamız var.
Formülüm diyalektik ve tevekkül
Peki bu başarınızın bir formülü var mıdır? Bir sermayeniz olmadan sıfırdan başarmışsınız...
9 yaşından beri kendimi bir savaşçı olarak görüyorum. Zihnim dokuz yaşında köyüme evime geri dönmek üzerine kaldı ama farkında olmadan bir savaş hoyratça başlamıştı bile. Genellikle insanlar bana işimin sermayesi için baba parası mıdır diye soruyorlar. İki şey söylüyorum. Bir diyalektik ikinci ise tevekkül. Diyalektikten kastım şu; sen gerekli olan, gereken her şeyi yap bilimsel ve akılla yap. Sonrası tevekkül. Çünkü İrade-i külli yaradanın ama iradei cüzi benimdir.ve iradei külli benim irade-i cüzimin peşimden geleceğini biliyordum. Ben gereğini yaptım sonra tevekkül ettim. Kader gayreti sever, şans gayreti sever. Gayret ederseniz olur. Ben gayret ettim. Para kazanma dürtüsü benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Kurtulmak ve başarılı olmak istedim. Çünkü başarı kazanç getiriyor ama kazanç başarı getirmiyor.
Benim gibi yurtta büyümüş kişileri istihdam ediyorum
Amaçlarınızdan birinin başarılı olup birilerini kurtarmak olduğunu söylediniz. Dört bin kişiyi de istihdam ediyorsunuz. Bu kişiler arasında yetiştirme yurdunda yetişmiş kişileri istihdam ediyor musunuz?
Her ne kadar yurtta büyümüş kardeşlerimin büyük çoğunluğu kamuda çalışmayı arzu etselerde sektöre tasarımcı, mekaniker gibi alanlarda yetiştirmeye gayret ediyoruz ve istihdam ediyoruz. Sadece istihdam değil ticari gayreti ve kararlılığı olan yurtta yetişmiş kardeşlerime destek olmaya çalışıyorum. 800 öğrenciye burs veren bir vakfın yönetim kurulundayım. Şahsım ve şirketlerimizde de 200’ün üstünde öğrencilere burs desteği veriyoruz.
Annem okuyarak başaracağımıza inanıyordu
Böyle bir ortamda motivasyonunuzu nasıl sağladınız?
Biliyorsunuz ki dokuz kardeşiz. Kız kardeşlerimin hiçbiri eğitim alamadılar. Koşullar kız çocuklarının okumasına izin vermiyordu. Zor koşullara rağmen altı erkeğin altısı da üniversiteyi bitirdi ve iyi yerlere geldi. Çünkü annem yoksulluğu ancak okuyarak başarabileceğimizi söylüyordu. Kapitalizmin ruhunu o zamanlar çözmüştü. Ders çalışabiliyorsam, ödevlerimi yapabiliyorsam ve okula gidebiliyorsam dünyanın en olanaklı insanı bendim diye düşündüm hep.
Üniversitede okurken geçiminizi nasıl sağladınız, zorlandığınız anlar oldu mu?
Ailemin maddi durumu o zamanda kötüydü. Yazları köye gidip kendi çayımızı topluyorduk kışları da okula gidiyorduk. Devam zorunluluğu olmadığı dönemlerde de yine köye dönüyordum. Biz yavaş yavaş büyüdükçe bir önceki abimiz iş hayatına atılmış oluyordu. Dolayısıyla en sondaki kardeşimiz üniversiteyi bitirene kadar birbirimize destek olduk. Bir yandan da devletin şefkat eli vardı bir yandan da kardeşlerin dayanışması. O dayanışma bugün de devam ediyor. Bu dayanışma içinde bulunduğumuz iş hayatına da yansıdı.
Yurtlarda çalışan ablalar annemiz abiler babamızdı
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2021 yılında Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kuruluş yıl dönümü vesilesiyle 30 Haziran tarihini Koruyucu Aile Günü olarak ilan etti. Siz ne düşünüyorsunuz?
Yetiştirme yurtlarında çalışan ablalara, abilere biz anne ve baba diyorduk. Onlar sizi iyi yere de götürebilir kötü yere de. Almanya, Japonya, Çin’e baktım. Türkiye olarak yetiştirme yurtlarımız onlardan daha iyi. İlk kadın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız İmren Aykut’tan beri bakanlığımız çok iyi işler yapıyor. Ben yetiştirme yurdunda bir anneden ve babadan alınabilecek sevgiyi ve terbiyeyi de aldım. Elbetteki bir annenin ve babanın sevgisini dolduramaz ama çok iyi şartlarda büyüdük. Sevgiyle yapıyorlar işlerini. Devlet bana bütün ömrüm boyunca kardeşimle birlikte o şefkatı yaşattı. Ben de şu an onun karşılığını veriyorum. Böyle bir günün hatırlanması da güzel oldu. Çünkü her çocuk bir dünyadır ve bakarsınız o dünyaya bir gün sığınma ihtiyaç duyabilirsiniz. Ellerine sağlık.
Şu an iç giyim sektörünün önde gelen markalarından birinin kurucususunuz. Peki bu başarının temelinde ne yatıyor?
Aslında dokuz yaşından beri bugünlerin hayali içime doğmuştu. Evden ayrılırken geri geleceğim ve her şey farklı olacak hissiyle ayrılmıştım. Öyle olunca da ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteden hatta yedek subaylık okulunda bile başarılı oldum. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile aynı yedek subay okulundaydım. Onun önünde dereceyle mezun olduğum için kütüğe ismi çakılan öğrencilerden biri oldum. İmkânsızlıklar beni hırslandırıyordu tabi ki. Hele amacınızı hiç unutmuyorsanız ve çabalıyorsanız başarı kaçınılmazdır.