Erdem Dönmez
Necati Mert’in “alçakgönüllü” olarak nitelediği hikâye türü, kendine özgü gelişimiyle, geçmişe eklemlenip geleneksel kodlarını her dönem diri tutmasıyla edebi türler arasında özgün bir yere sahiptir. Modernleşme dahilinde büyük ve çatışmalı bir tür olan romanla karşılaştıktan sonra anlatım imkânlarını kendi sınırları çerçevesinde belirleyen ve bunu yaparken dili olabildiğince sade ve yoğun kullanan hikâyenin; toplumun, kültürün, dilin ve edebiyatın gelişimine yabancı kalmadığı; aynı zamanda bu değişime en hızlı uyum sağlayan tür olduğu da söylenebilir. Türk edebiyatındaki gelişimine baktığımızda hikâye, romanın çokça tartışıldığı süreçte dip akıntı olarak kendine has bir yolda ilerler. Roman, büyük anlatılar peşinde, büyük insanların geniş mekânlardaki, büyük şehirlerdeki gerilimli maceralarını, düşüncelerini, çatışmalarını anlatırken hikâye detaya odaklanır, küçük insanı merkeze alır, insanı samimiyetle ve en gerçek halleriyle anlatır. Türün doğasındaki bu nahifliğin müelliflerinden kaynakladığı da düşünülebilir. Türk edebiyatında hikâye türüyle özdeşleşen Sait Faik, Memduh Şevket, Mustafa Kutlu, Haldun Taner, Feyyaz Kayacan, Rasim Özdenören, Kâmuran Şipal, Necip Tosun gibi isimlerin hayatları da türün sadeliğiyle doğru orantılıdır. Elli yılı aşkın süredir hikâye yazan Necati Mert de bu isimler arasında yer alır.
HAYAT HİKÂYESİNİ ÖYKÜ DİLİNE DÖNÜŞTÜRMEK
Necati Mert’in 1972’de Yansıma dergisinde başladığı hikâye yolculuğu bugün hâlâ devam etmekte. Bu zaman zarfına hikâye, masal, oyun, deneme, inceleme, anı ve biyografi türlerinde yirmi bir kitap sığdıran Necati Mert, özellikle toplumsal değişim, merkez-taşra çatışması, ideoloji ve iktidar eleştirisi, aile, kent ve kentleşme paydasında toplanabilecek hikâyelerine ilaveten dilde sadeleşme, öyküde teknik, Adapazarı’nın tarihi ve güncel sorunlarına dair denemeleri, Ömer Seyfettin ve Sait Faik üzerine inceleme ve biyografi çalışmalarıyla oldukça zengin bir ilgi alanına sahip. Toplumcu-gerçekçi çizgide başlayan sanat anlayışını türün 1980, 1990 ve 2000 sonrası geçirdiği değişime adapte ederek güncel öykü dilinden kopmadan sabit değerlerini sürekli gündemde tutan Mert’in yaşadığı şehirle özdeşleştiği, taşranın sükûnetinin yanında sıkıntısını da ele aldığı, dışarıdan merkeze bakarak ideolojik eleştiriyi ihmal etmediği ve her türlü iktidarla mücadele ederken pek çok bedel ödemek durumunda kaldığı görülür. Necati Mert’in oldukça hareketli geçen bu elli iki yılı, Bünyamin Demirci’nin nehir söyleşi tarzında sorularına cevap verdiği Üç Taşlı Hikâye’de ilginç detaylarla ve oldukça samimi bir sohbet havasında okuyucunun dikkatine sunuluyor. On iki bölüme ayrılan ve her bölümün başında hangi meselelerin işlendiğine dair küçük notlar yer alan söyleşilerde Necati Mert’in çocukluk hatıralarından itibaren öğrenciliği, ailesiyle ilişkisi, fotoğrafçılık günleri, Ankara’da geçen fakülte yılları, tiyatroya ilgisi, siyasi çatışmaları, eşi Necla Hanım’la ilişkisi, Adapazarı’nın üzerindeki yapıcı ve yıkıcı etkileri, kitapçılığı, merkezle arasındaki gerilimli ilişki bağlamında meseleler yer alıyor. Kendi hayat hikâyesini öykü diliyle buluşturan Necati Mert, küçük bir şehirde, sıradan insanlarla ve gündelik meselelerle nasıl edebiyat üretilebileceğini, bu çerçevede taşranın hikâye türü için nasıl verimli bir mekâna dönüşebileceğini de bu vesileyle örnekliyor.
TÜRKİYE’NİN MİKRO TARİHİ
Necati Mert, hikâyelerinde kullandığı yoğun dil alışkanlığıyla birkaç meseleyi bir arada işlemekte oldukça mahir bir üsluba sahip. Bu çerçevede kendi hayat hikâyesini anlatırken arka planda Türk modernleşmesini, Cumhuriyet’le değişeni, darbelerin etkisini, Özal sonrası yeni hayat biçimini ve 2000’li yılların sosyal, siyasal ve kültürel ortamını da aktarıyor. Böylece daha önce Hikâyem Adapazarı ve Memleket Kitabevi adlı hatıralarında uyguladığı metodu Üç Taşlı Hikâye’de farklı bir formatta sürdürüyor. 1945 doğumlu Necati Mert, çocukluğundan itibaren Türkiye’nin içerisinde bulunduğu değişim sürecinde, bilhassa 1960’lardan itibaren yoğunlaşan sağ-sol kutuplaşmalarında, her ne kadar sol dünya görüşüne sahip olup öğretmenlikten atılsa ve cezaevine girerek siyasi yöneliminin bedelini ödese de sürekli olarak üçüncü yol arayışına sahip. Türkiye’de gerçek manada solun hiçbir dönem karşılık bulmadığını düşünen yazar, meseleleri değişmez yargılarla değerlendirmiyor; geleneksel olanın kıymetini muhafaza ederken kendisini yeniden soyutlamıyor. Her türlü farklı düşünceye açık olan Necati Mert, sol dünya görüşünü benimsediği yıllarda Necip Fazıl konferansına gitmekten de çekinmiyor, cumartesi annelerine de başörtüsü eylemlerine de aynı duyarlılıkla destek veriyor. Onun bu çok yönlü tavrı farklı çevrelerce döneklik olarak yorumlanmasına rağmen kendi istikametinde ısrarcı olan Mert’in bu yaklaşımı, özellikle 1982’deki Sait Faik toplantısındaki bildirisinden sonra merkez tarafından uzun süre görülmemesine neden oluyor.
BİR ŞEHRİN HİKÂYESİNİ YAZMAK
Henüz ortaokul yıllarında Faik Baysal’dan yaşadığı yeri merkeze alarak yazar olabileceğini öğrenen Necati Mert, ilk eserlerinden itibaren kendisini, ailesini, çevresini ve özellikle Adapazarı’nı anlatarak bu tavrını ideolojik bir duruşa dönüştürüyor ve bu bağlamda yerel ögeleri folklorik malzeme olmanın ötesine taşıyor. Diğer taraftan Adapazarı’nı sevmediğini de itiraf eden ve bu şehri anlatmaktaki ısrarını bir korkunun üzerine gitmek olarak tanımlayan Necati Mert, bir taraftan yaşadığı şehri edebiyat tarihine mâl ederken diğer taraftan kendisini buraya alıştırmaya çabalıyor. Böylece merkez-taşra ikileminde de ara yol arayışında olduğu dikkat çekiyor. Neticede ortaya çıkan öyküler, türün sadeliğini, nahifliğini, samimiyetini ve yazarıyla özdeşliğini ortaya koyuyor.
Necati Mert, bir süredir sağlık sorunlarıyla mücadele etse de okumaktan, yazmaktan, düşünmekten, yenilenmekten asla taviz vermiyor. Üç Taşlı Hikâye’nin matbaadan gelmesine günler kala gerçekleştirdiğimiz ziyarette heyecanla yeni projelerinden bahsetmesi, tüm zor şartlara rağmen hiçbir bahaneye sığınmayarak yazmakta ısrar etmesi bunun en açık delili. Nehir söyleşiler, bu bağlamda bir yazarlık okulu olarak da değerlendirilebilir. Diğer taraftan tecrübeli bir yazarın uzun yıllar harcadığı emeği hemen hiçbir dönem ve meseleyi ihmal etmeyen sorularla iki kapak arasına sığdırmak, oldukça dikkat isteyen meşakkatli bir iş. Bu vesileyle söyleşi sorularını hazırlayan ve pandemi dönemi şartlarında uzaktan uzağa gerçekleştirilen bu samimi sohbetleri bir araya getiren Bünyamin Demirci’yi de özellikle tebrik etmek gerek.