Savaşın ortasında filmimi çektim

Orta Doğu film endüstrisinin öncü isimleri arasında yer alan Filistinli yönetmen ve yapımcı Mai Masri, “Tüm filmlerimi savaş sırasında çektim. İlk filmimi mesela kuşatma altındayken çektim. Çok fazla zorluk yaşadım. 1982 yılında Beyrut’ta su, yiyecek, elektrik yoktu. Sağınızda ve solunuzda insanlar ölüyordu. Bu vaftiz olmak gibi bir şeydi” ifadelerini kullanıyor.

Dilber Dural
Mai Masri

1959 yılında Ürdün’ün Amman kentinde doğmuş olan Mai Masri Filistinli bir babanın ve Amerikalı bir annenin kızı. İlk çocukluğunu Amman’da ve babasının memleketi Nablus’ta geçirmiş ve birinci sınıfta Beyrut’a taşınmış olan Masri, üniversite eğitimi için ise Amerika’ya gitmiş. 1981 yılında California’daki San Francisco Devlet Üniversitesi’nde sinema film prodüksiyonu ve tekniği alanında eğitim görüp mezun olan Masri, okul bittikten sonra yeniden Beyrut’a dönmüş. Filmleri dünya çapında gösterilen ve 90’dan fazla uluslararası ödül kazanan Masri, Filistin’in en önemli yönetmen ile yapımcılarından birisi. Aynı zamanda devrimci sinemacıların ilk kuşağından sonra ortaya çıkan yeni Filistin sinemasının öncülerinden sayılıyor. Özellikle savaş zamanlarında kadınlar ve çocukların bakış açısında direniş, insanlık, umut temalarına odaklanan, gerçekçi ve şiirsel sinema diliyle tanınan Masri, “3000 Gece”, “Şatilla’nın Çocukları”, “Frontiers of Dreams and Fears”, “Suspended Dreams”, “33 Days” gibi Filistin mücadelesine odaklanan ve savaş zamanlarında çektiği çok sayıda etkileyici filme imza atmış. Masri’nin filmleri Toronto, Cannes, Venedik gibi önemli festivallerde gösterilmiş ve Asya Pasifik ve Akademi Ödülleri’nden ödüller almış. Mai Masri şimdilerde ise çalışmalarını yönetmen eşi John Chamoun ile birlikte kurduğu Nour Production üzerinden devam ettiriyor. Yeni Şafak Pazar olarak geçtiğimiz hafta TRT tarafından altıncısı düzenlenen, senaryo geliştirme ve ortak yapım platformu “TRT 12 Punto” kapsamında Türkiye’ye gelen Mai Masri ile ile bir araya geldik.

Kimlik bilincim sürgündeyken oluştu

Çocukluğunuzun bir kısmı Amman ve Nablus’ta geçmiş. Daha sonra ise Beyrut’a taşınmışsınız. Bize yaşadığınız o dönemleri anlatabilir misiniz?

Ailem El Halil’in Nablus kentinden. Fakat 1967’deki işgal nedeniyle Filistin’den ayrılmak zorunda kaldık. Ben Beyrut’ta büyüdüm. Büyüdüğüm dönemde çok sayıda siyasi ve kültürel hareket vardı. Bu da ilerleyen zamanlarda benim sinemaya olan ilgimi uyandırdı. Şöyle ki, o dönemde dünyada çok fazla şey oluyordu. Lübnan Filistin mücadelesinin merkezi haline gelmişti. Filistin hareketinin, direnişin başlangıcının ve hatta sinema sektörünün merkezi Beyrut’tu. Ben de bunda yer alıyordum. Büyürken, Filistin kimliğine dair bilincim ve farkındalığım da bu süreçte oluştu. Bu süreçte aktiftim. Gösteriler vardı. Mülteci kamplarına gidiyorduk. Kimlik bilincim sürgündeyken oluştu. Ama sonra 17 yaşımda, genç bir kızken ilk kez memleketim olan Filistin’e geri döndüm. Elimde kameram vardı ve olanları filme alıyordum. Memleketimle çok güçlü bir bağ hissettim. Film çekmeye başladıktan sonra bu bağ çok daha fazla güçlendi. Çünkü kameram sayesinde bir rol üstlenmiştim. Halkımın hikâyesini anlatıyordum.

Peki o dönemlerde bir kadın olarak sinemaya yönelirken tereddütleriniz oldu mu?

Büyüdüğüm zamanlarda sinema okuyan çok fazla insan yoktu. Çok yaygın değildi. Özellikle de kadınlar arasında çok nadir görülüyordu. Hayatta ne yapacağımı düşündüğüm zaman San Francisco’ya gittim. Çünkü erkek kardeşim orada okuyordu. Ben de sinema dersine katıldım. Çok gençtim, 17 yaşımdaydım. “İlk görüşte aşk” gibi hissettim. “Yaşasın, hayatta ne yapacağımı buldum” gibi bir histi. Çünkü çok artistikti, hikâye anlatıyordunuz. Çok güçlü bir etkisi vardı. Bir şeyleri değiştirebilirdiniz. “İnsanların fikrini değiştirebilirim, dünyayı değiştirebilirim” fikri oluştu. Sinemayı bulduğum için çok şanslıydım. Derslerimi bitirdikten sonra Lübnan’a geri döndüm. Orada eşimle tanıştığım için çok şanslıydım. Eşim John Chamon, Lübnanlı bir yönetmendi. 1982’de onunla birlikte filmler çekmeye başladık. İlk filmimizi İsrail’in Lübnan ve Sijab Beyrut’u işgali sırasında çektik. Sonra birçok film daha çektik. Bunlar savaş sırasındaki sıradan insanlar hakkındaydı: Kadınlar, çocuklar, hikâyesi anlatılmamış şeyler hakkındaydı. Gazze Savaşı’nı filme taşıdığınız zaman odak noktanız direniş grupları oluyor ve insanlığa, kadın ve çocuklara yöneliyorsunuz. Eşimle birlikte dört film çektim. Filistin ve Lübnan’da da tek başıma çok sayıda film çektim. Filmleri çekerken tarih yazıyormuşum gibi hissettim. Halkımızın hikayesini yazıyormuşum gibi hissettim. Film çekmek kendim hakkında şeyler öğretti.

Pencereler ardında gizlice çekim yapıyordum

Film çekmek size ne öğretti?

Mesela öldürülme tehlikesi altında hayatta kalmak. Diğeri de tutuklanmamak. Çok fazla hikâyem var: Askerlerden kaçmak gibi. Gazeteci ve yönetmen birçok arkadaşım tutuklandı, öldü, yaralandı. Bu çok yaygındı. Şu anda da Gazze’de 160 civarında gazeteci hedef alındı ve öldürüldü. Film çekmek kolay bir iş değil, özellikle de savaş sırasında. Çok güçlü ve dayanıklı olmalısınız. B planınız, C planınız olmalı. Şartlara uyumlu olmalısınız. Kendinizi ve toplumunuzu daha iyi tanıyorsunuz. Bu yüzden ben kendi yönetmenlik hikâyemden çok fazla şey öğrendim. Hayatımda ne yapmak istediğimi öğrendim. Çektiğim her film beni daha da güçlü hale getirdi. Hem bir insan hem de bir yönetmen olarak. Çünkü savaş şartları altında nasıl film çekeceğinizi öğreniyorsunuz. Tüm filmlerimi savaş sırasında çektim.

İşgal altında film çekerken nelerle karşı karşıya kaldınız?

Çok fazla zorluk yaşadım. İlk filmimi kuşatma altındayken çektim. 1982 yılında Beyrut’taydım. Su yoktu, yiyecek yoktu, elektrik yoktu. Sağınızda ve solunuzda insanlar ölüyordu. Bu vaftiz olmak gibi bir şeydi, ateşle vaftiz olmak gibiydi. Bu iyi bir başlangıçtı. Çünkü bu şekilde başlarsanız, sonra yapacağınız şeylere hazırlıklı oluyorsunuz. Bir sonraki tecrübem ise Filistin’de, Birinci İntifada sırasında sokağa çıkma yasağı sırasındaydı. İşgal vardı ve saklanıyorduk. Pencereler ardında gizlice çekim yapıyordum, askerlerden kaçıyordum.

Bu zorluklar altında yaşadığınız duyguları filmlerinizde görebiliyoruz...

Filmlerimde benden de bir şeyler var. Ancak bu, insanların gözünden olanlar, benim hikâyem değil. Çünkü benim hikâyem, aynı zamanda tanıdığım ve tanıştığım insanlar hakkında. Onların içinde, birden fazla ben var. Bu da beni onlarla birlikte yapıyor. Şu anda bir roman yazıyorum. Birçok belgesel çektim ancak romana kendinizden çok fazla şey katabiliyorsunuz. Şu anda çok fazla tecrübem var çünkü işe 1982’de başladım ve üzerinden 40 sene geçmiş. Bu yüzden çok fazla hikâye ve tecrübe biriktirdim. Yaşadığım şeyleri yazarken, şu anda bile Gazze ve Filistin hakkında yazarken kendimi yazıyormuşum gibi hissediyorum. Çünkü işgal yıllarında Beyrut’ta yaşadım ve bombalar düşerken birine âşık olmak duygusunu kendim yaşadım. Bu yüzden bu duyguyu filmlerime taşıma fikrini seviyorum.

Belgesellerinizin birinde kameranızı çocukların eline verdiğinizi ve onların gözünden olaylara baktığınızı gördük...

Evet. Çocuklar ve kadınlar bu noktada oldukça önemli. Çünkü çocuklar düşünmeden tepki veriyorlar. Ayrıca hayal güçleri çok önemli ve ben çocukların hayal güçleri ile çalışmayı çok seviyorum. Bir yönetmen olarak bunu yapmak beni çok etkiliyor. Özellikle belgeselleri bu elementlerin üzerine inşa etmek güzel oluyor. Kadınlara gelince; çok fazla duygu ve deneyim var. Çünkü kadınların anlatacak çok fazla hikâyesi var. Erkekler genellikle konuşmaz ama kadınlar konuşur. Ben kadınların sosyal konularına odaklanmayı seviyorum. Çünkü çok fazla zulüm var. Direniş de kadınlar için, insanlık için çok önemli. Çünkü direniş, umudun bir ifadesi. Direniş size umut, umut size direniş veriyor. Bu yüzden ben bunu, en basit tarafıyla, slogansız yönüyle, insanların hayatı yoluyla bulmayı seviyorum.

Gazze’de bütün bir nesil yok edildi

Aylardır Gazze’de yaşananlarla ilgili bir şey söylemek ister misiniz?

Elbette. Çok şey söylemek isterim. Yaşananlar bir soykırımdır. Ve işlenen savaş suçları hayal edebileceğinizden de öte şeyler. Özellikle bütün bir nesil yok edildi. Öldürüldü, yaralandı, aileleri kalmadı. Açlık, kıtlık gibi olabilecek her şey oluyor. Kültürü yok ettiler. Toprakları alıyorlar, tarihi, arkeolojiyi, tarımı, çiftlikleri yok ediyorlar. Bu yüzden, biz yönetmenlere hikâyemizi dünyaya anlatmak için çok büyük bir sorumluluk düştüğünü hissediyorum. Desteklemeliyiz, tüm ülkeleri destek vermeye çalışmalıyız. Özellikle Müslüman ülkeleri, tüm dünyayı. İnsanlar sağlam bir duruş sergilemeli. Çünkü, bugün Filistinlilerin başına gelen (başına gelmemeliydi), tüm dünya için, insanlık için bir tehlike arz ediyor. İnsanların katledilmesine izin verilirse ve dünya bir karşılık vermezse yaşamın ve insanlığın bir anlamı kalmaz.

Filmlerim için Batı’da para bulmakta zorlandım

Bir Müslüman ve Filistinli olarak film endüstrisinde zorluklarla karşılaştınız mı?

Evet, elbette, hem de çok. Çünkü ben bir Filistinliyim. Batı’da, para bulmakta kesinlikle zorlandım. Çünkü korkuyorlar. Siyonist olmasalar bile soruna yol açacak herhangi bir şey yapmaktan korkuyorlar. Zorluklar elbette var ama bence bu bir meydan okumaydı. Meydan okumalarla karşılaşacağız ama onlarla mücadele etmek ve çözümler bulmak zorundayız. Bu beni durduracak bir şey değil.

HAYAT
Mustafa Cambaz’ı sevenler o gün o adadaydı