Ramazan Bingöl
Teknolojinin hayatımızı sardığı bu çağda, davulcuların sahuru müjdelediği, iftar toplarının orucun açma vaktini duyurduğu, fıkara-yı sabirinin gözetildiği, misafir ağırlamak için yarışlara girildiği ve daha pek çok özlem duyulan geleneklerimizi ve gelecek nesillerimize aktarmamız gereken bu değerli mirasımızı yeniden yaşatabilir miyiz? Neden olmasın? Eğer gerçekten istersek o ruhu şimdi de elbette yaşayabilir ve çocuklarımıza da yaşatabiliriz. Yeter ki samimiyetle isteyelim. Ramazan her dönemde, her yerde yine aynı Ramazan; değişen bir şey yok. Değişen aslında insanlar... Özlem duyuyorsak yaşatmak için bir şeyler yapmalı hatta daha ileri seviyeye taşımalıyız. Nihayetinde bugün eskiye nazaran çok daha fazla imkanlara sahibiz.
Fıkara-yı sabirinin gözetildiği zamanlar
Eski zamanlarda Ramazan ayının gelmesi hem dini hem de sosyal anlamda birçok hazırlığı beraberinde getirirdi. Zengin, orta halli, fakir demeden bütün Müslüman halk, Ramazan’ı iyilik etme, sevap kazanma, günahlardan kurtulma sevinci ve şevki ile karşılardı. Eşi olmayan dulların, evi barkı olmayan bekarların, babasız yetimlerin gönüllerini hoş etmek, onların hayır duasını almak, tutacakları orucun, indirecekleri hatimlerin, edecekleri ibadetlerin sevabını kazanmak, ancak yapılan bu iyilik ve yardımlar sayesinde olacağı için, Ramazan-ı Şerif Müslümanlarca sevgi ve hasretle beklenir, hürmetle karşılanırdı. Halinden, geçiminden ve muhtaçlığından kimseye şikâyet etmeyen “fıkara-yı sabirin” denilen kimselere hem zekât, sadaka paylaştırılır hem Ramazan masrafı dağıtılır hem de iftar verilirdi.
Ramazan’ın ilk işareti mahyalar
Ramazan’a on beş yirmi gün kala, vakitli vakitsiz cami ve mescit şerefelerinde ve selatin camilerin iki minaresi arasında müezzinler görülmeye başlar, mahya iplerini yerine takarken gözü ilişenler memnuniyet ve tehniyetle: “Elhamdülillah, on bir ayın sultanı Ramazan’a gene yetiştik çocuklar!...” diye sevinirlerdi. Ramazan-ı Şerif’in gelişinin ilk işareti buydu. O zamanlar hatlara dizilen yağ kandillerinden oluşan mahyalar büyük ustalık gerektiren bir zanaat dalıydı. Üstelik her gün yenilenirdi. Daha ardından Beyazıt Meydanı’nda, Serasker Kapısı’ndan içeri galdır guldur beygirler ve iki mantelli top. Ezanda iftar vaktini gürletecekler. Seyrine üşüşen üşüşene, gene hamd eden edene… İlk olarak Sultan II. Mahmut tarafından önce Anadolu Hisarı sonra Rumeli Hisarı’nda atılan Ramazan topu geleneği bugün hala devam ediyor.
Cıvıl cıvıl çarşı pazarlar
Çarşı pazarlardaki, mahalle aralarındaki dükkanlar çeki düzene koyulurdu. Şekerciler pırıl pırıl kalaylı reçel kaplarını yere, renk renk şurup şişelerini raflara dizer, envâi şerbetlik şekerlerini, “haması” denen şerbetliklerle sunar; bakkallar mostralarını çoğaltarak güllaçları, sucukları, pastırmaları sallandırır; fırınların tezgâh araları pembe, kırmızı uçurtma kağıtlarının nakışlı oyuklarıyla süslenir, has ekmek, çörek otlu pide, kazan yağlı, susamlı, makarnalık simitleri çıkarmaya hazırlanırlardı.
Evlerde ramazan hazırlığı
Berat gecesini geçince evleri tatlı bir telaş sarar, varlıklısından varlıksızına kadar her hanede Ramazan hazırlıklarına başlanırdı. İki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, kapı önleri de dahil baştan başa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarında kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi. Sofraya oturacak misafirlerin altlarına konacak sofra şiltleri ve oda döşemeleri elden geçer, icap ediyorsa yüzleri değiştirilirdi. Hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılır, namaz seccadeleri yenilenir, Ramazan’a hürmeten bir iki yeni seccade ilave edilirdi. Evin büyük çamaşırı yıkanır, ütülenir, yırtığı, söküğü olan onarılır, mis gibi sabun kokularıyla dolaplara kaldırılırdı. Hanımlar Ramazan’da giymek için kendilerine ve yardımcılarına elbiseler yaptırır, hali vakti yerinde olanlar hısım ve akrabaya, konu komşuya Ramazanlık gönderirdi.
Gelin odası gibi tertemiz mutfaklar
Evin temizliği kadar belki de daha teferruatlı ve müşkül iş, zahire deposu kadar zengin olan kilerin ve mutfağın temizliğiydi. Mutfak rafları, dolapları boşaltılır, silinir, temiz işlemeli örtüler, yaygılar serilir, yerleştirilirdi. Pirinç şamdanlar, şamdan tepsileri, mangallar, leğen ve ibrikler ovulur ve parlatılır; evin bütün bakır kapları, gündelik leğenler kalaya verilirdi. Torba bohçası ele alınır, kavanozlar, çömlekler temizlenirdi. Gündeliğe kullanılmayan yeni kaşıklar, tabaklar, kaseler, kahve fincanları, şurup bardakları, gümüş, fakfon, abanoz tepsiler, işlemeli sofra yaygıları, peşkirleri, elbezleri, yüz, el ve abdest havluları meydana çıkarılırdı. Eve gelen Ramazan erzakları torbalara, çömleklere, kavanozlara aktarılır, kilerdeki raflara dizilirdi.
Uçsuz bucaksız kilerler
Zira kiler denen o uçsuz bucaksız taş odalarda neler yoktu ki? Halep’in, Vakfıkebir’in fıçı fıçı yağları, Balkan kaşerleri, kızanlık tulum peynirleri, kazeviler dolusu mısır pirinçleri, dağlar gibi yığılmış kelle şekerler, kahveler, çuvallarla sabunlar, hevenk hevenk tavada asılı kışlık soğanlar, Kayseri pastırmaları, Haymana sucukları, zeytin fıçıları, hoşaf için ala, razaki, üryani erikler, şam kayısıları, temr-i hindiler, incirler, üzümler, vişneler, ev yapımı reçeller, şuruplar, envai çeşit biber, salatalık, patlıcan, üzüm turşuları, hardaliyeli tükenmezler, Karadeniz’in fıçı fıçı havyarları, pekmez, bulama, tarhanalar, bulgurlar, kuskuslar, böreklik fabrika unları, okkalarla iç ceviz, iç fındık, dolmalık şam fıstıkları, böreklik unlar, külahlarla fülfül ve envai baharlar, şişelerle gül suları, destelerle bal mumları, üstleri allı yeşilli, mavili sazlarla bağlanmış Mevlanakapısı’nın meşhur güllaç bağları, kilerlerin sanki ot gibi kendi kendine üreyip tükenmek bilmeyen muhteviyatı arasında idi.
Hayatlar değişti Ramazan’ın ruhu değişmedi
Zaman akıp giderken şehirler büyüdü, hayatlar değişti. Teknoloji ve modern yaşam biçimleri Ramazan geleneklerine yeni boyutlar ekledi. Davulcuların yerini telefon alarmları aldı mesela. İftar topunun sesi bazen şehrin gürültüsünde kayboldu. Ama geçmişten günümüze Ramazan gelenekleri, bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve en önemlisi birlikte ne kadar güçlü olabileceğimizi hatırlatıyor. Ve işte bu yüzden, Ramazan ayı yaklaştığında gönüllerimizde yaşadığımız bu manevi huzur, zamandan ve mekândan bağımsız olarak kalplerimizde yankılanmaya devam ediyor. Şükürler olsun. Bu vesileyle on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif’in tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını diler, bu mübarek ayın bize ve tüm dünyaya barış, huzur ve sağlık getirmesini niyaz ederim.
Gülbeşeker Şerbeti
Osmanlı mutfağının nadide şerbetlerinden. Ramazan ayında çok tercih edilir, özellikle balık yemeklerinden sonra padişahlara ikram edilirdi.
MALZEMELER: Yarım kg gül yaprağı, 1,5 su bardağı su, 1,5 kg toz şeker
HAZIRLANIŞI: Gül yapraklarının büyüklerini ayıralım ve beyaz kısımlarını makasla keselim. Uçları ve küçük yaprakları su ile birlikte bir tencereye koyup bir taşım kaynatalım. Suyu süzgeçten geçirelim ve yaprakların suyunu iyice sıkıp posasını atalım. Gül suyunu toz şekerle birlikte, şeker eriyene kadar karıştıralım. Ayırdığınız büyük yaprakları içine atalım. Koyulaşana kadar karıştırarak kaynatalım. Soğuyunca kavanozlara doldurup hava almayacak şekilde ağızlarını kapatalım ve serin bir yerde saklayalım. Her bir kâse gülbeşekere 1 lt buzlu su ilave edip şerbet olarak ikram edebilirsiniz. Afiyet şifa olsun.