Bu yıl da 18-24 Mart arası ülkemizde Yaşlılar Haftası olarak çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Yaşlıların sorunlarına dikkat çekildiği bu hafta da İnsan Yayınları arasında çıkan Fatma Barbarosoğlu ve Nazife Şişman imzalı Yaşlanmak ve Yaslanmak adlı kitabı okuma fırsatı buldum. Kitap toplumda ve ailede yaşlıların yerini sosyal ve kültürel anlamda da ele alan özgün bir çalışma. Ayrıca yaşları 60’ı bulan iki yakın dost okudukları kitaplar, izledikleri filmler ve dijital mecradaki paylaşımlar üzerinden de yaşlılık temasını masaya yatırıyor. Yaşlılık üzerine düşünmeyi önemseyen okurlarımıza tavsiyem ise önce bu röportajı ardından da kitabı okumaları.Buyrun.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Yaşlana yaşlana gözlerimizden nice perdeler kalkacak. Günün birinde nihayet kendimizle tanışarak kıymetli bir dost kazanacağız.” sözünü hatırlatıp yaşlandıkça insanın en çok kendine yaslanıp dost olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Sizlerin kendi yaşlılık tecrübelerinizi merak ettim. Yıllar içinde kendinize yaslanıp dost olmakta zorluk yaşadığınız hususlar oluyor mu?
FATMA BARBAROSOĞLU: Yaşlılık tecrübesi için henüz erken. Allah nasip eder de 80’li yaşlarımızı görür, sağlığımız sıhhatimiz yerinde olursa, o zaman tam da bu konuda Nazife ile Uzak-Yakın sohbetlerin devamı olarak bir kitap kaleme alırız inşallah. Şimdilik 60 yaşımıza kadar aldığımız yaşların muhasebesini yapabiliriz ancak. Dünya’da yaşlılık üçe ayrılıyor artık. Genç yaşlılık, yaşlılık, ihtiyarlık olarak. Biz şu an 65 yaşı geçmediğimiz için Dünya Sağlık Örgütü’ne göre genç yaşlı tanımına bile girmiyoruz. Bizim eşiğinde olduğumuz genç yaşlılık dönemi, eskinin 40 yaşına tekabül ediyor aşağı yukarı. Malumunuz 40 yaş kemal yaşı olarak kabul ediliyor klasik metinlerde. Doğduğumuz andan itibaren yaş almaya başlıyoruz, lâkin yaş almak ile kemale ermek arasında doğru orantı yok. Dolayısıyla çocukluktan gençliğe geçerken nasıl akranlarınız ile aynı olgunluğa kavuşmuyorsanız yıllar ilerledikçe bu durum daha acı ve ağır bir şekilde ortaya çıkıyor. Yaşlanmak her bakımdan azalmak demek. Ama biz “yazan kadınlar” muhitinde fazla azalmadan bu günlere geldik. Yirmi yıl önce neleri dert ediniyorsak yine aynı şeyleri dert ediniyor, bireysel dertler yerine toplumsal dertleri konuşmaya devam ediyoruz.
Modern dönemde genç olana övgü var
Yaşlı eskiyi, genç ise yeniyi temsil ettiği görüşünden yola çıkarsak günümüzde eskinin kıymetini yitirip yeninin her anlamda kıymete binmesinin sebebini neye bağlıyorsunuz?
NAZİFE ŞİŞMAN: Yeninin, hep daha yeninin değerli bulunması, modern dönemin ilerlemeci mantığının temelinde yer alıyor. Hızlı değişim ve dönüşümlerin yaşandığı ve bu değişime olumlu bir anlam yüklendiği bir çağda tabii ki yeniye ve yeninin taşıyıcısı olan gence önem verilecektir. Halbuki modern öncesi dönemde değişim iyi de olabilir kötü de: terakki ya da tedenni. Değişim ve yenilik hep iyiye gidiş, hep ilerleme addedilince onun temsilcisi olan gençlik de merkeze yerleşiyor. Modern dönemde devrimleri gerçekleştirenlerin isimleri bile gençtir: Genç Türkler. Türkiye Cumhuriyeti gençliğe adanmıştır. Yaşlıların eskiyi temsil etmesi o dereceye varmıştır ki 1960’ların kültürel devrimi esnasında “Otuz yaşından büyük kimseye güvenme!” ifadesi slogan olmuştur. Tecrübenin, damıtılmış bilginin yerini, teknolojik araçlarla yayılan enformasyon aldığı için de bu tür bilgilenme, dolayısıyla gençlik ideal haline gelmiştir. Yaşlı, eski bilginin ve eski yaşam tarzının temsilcisi olarak “dinazorlar” gibi tarihe ait kabul edilir artık. Bugünün memnuniyetsizliklerinden geçmişe kaçış diyebileceğimiz nostalji, günümüzde yaygın bir kültürel yöneliş. Ama nostaljide bile yaşlılığa yer yok. Yaşlılara dair söylem ile muamele birbiriyle örtüşmüyor
Dünyada cinsiyetçilik kavramından sonra yaşcılık kavramı da ayrımcılık literatürde yerini aldı. Bu ayrımcılık ülkemizde hangi şiddet boyutuyla yaşanıyor sizce?
NAZİFE ŞİŞMAN: Bütün toplumsal sorunları ayrımcılık kavramı üzerinden okumak ne kadar isabetli tartışılır. Ama yaşlıların sırf yaşlı oldukları için dışlanma, hor görülme, mahrum bırakılma gibi muamelelere maruz kaldıkları, kabul edilmesi gereken bir gerçek. Türkiye’de tedavülde olan yaşlılığa dair hâkim söylem ile yaşlıların bizzat karşılaştıkları muamele pek örtüşmüyor. Biz yaşlılarına değer veren bir toplumuz diyerek meselenin hallolmadığını reel veriler ortaya koyuyor. Mesela siyasal tartışmalarda, yaşlı ve bütün nimetlere sahip, yani emekli gelirinin güvencesine sahip yaşlılar ile geleceği belirsiz, ekonomik güvencesi olmayan gençler arasında ciddi bir kutuplaşma görülüyor. Bu durum yaşçılığa, yaşa dayalı ayrımcılığa ortam hazırlıyor. Ekonomik güvencesizlik arttıkça yabancı düşmanlığı artarken aynı zamanda “tuzu kuru yaşlı” düşmanlığı Türkiye’de de yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bunu besleyen büyük oranda sosyal medya karşılaşmaları. Halbuki Türkiye’deki yaşlıların hepsinin sosyal güvencesi olmadığı gibi, ömrünün sonbaharında dünyayı gezen Japon yaşlılar gibi de değiller.
Adabımuaşeret önceki kuşaktan öğrenilir
Son yıllarda toplu taşımalarda yaşlılara değil çocuklara yer verilmesi tartışması var. Bu tartışmada da yaşlıların “dışarda boş boş gezip” toplu taşımaya bindikleri için yer verilmeyi hak etmedikleri öne sürülüyor. Sosyolojik olarak bu değişimi nasıl okumalıyız?
FATMA BARBAROSOĞLU: Gündelik hayat sahneleri bize çok şey söyler. Lâkin biz bunları idrak etmek yerine şikâyet etmeyi tercih ederiz. Toplu taşımada gençlerin ve çocukların yaşlılara yer verme meselesi de bunlardan biri. Adabımuaşeretin konusu olan davranışları düşünerek değil, önceki nesillerden görerek öğrenir ve uygularız. Yaşlılara, engellilere, hamile kadınlara yer vermek ilk okulda hayat bilgisi dersinin konularından biridir. Ne oldu da otuz yıl önce toplumsal mutabakata varılmış bu adabı muaşeret kuralı reddedilecek boyuta geldi? Gençler ve çocuklar yaşlılara korunacak değerli varlıklar olarak bakmadıkları için mi yoksa gençler ve çocuklar bedenen gittikçe güçsüzleştikleri için mi? Çocukların ve gençlerin yeterli gıdayı alamadığını, şehir hayatının fiziksel aktiviteyi imha eden şartları yüzünden kaslarının yeteri kadar gelişmediğini, dijital kültür ile birlikte uyku saatlerinin azalması ve kalitesizleşmesine de bağlı olarak kronik yorgunluk yaşandığını göz önünde bulundurmak zorundayız. Meseleyi sosyolojik olarak değerlendirmemizi istediğiniz için özellikle altını çizmek istiyorum, sosyoloji birbirine en uzak noktaları birbiri için anlamlı ve anlaşılır kılmayı problem alanı olarak kabul eder. Dolayısıyla gençlerin ve çocukların adabımuaşereti bilmesi, yaşlı insanların da eski adabımuaşeretin günümüz şartlarında neden sürdürülemeyeceğine dair bilgi sahibi olması gerekiyor. Yetişkinlerin asla “Ben senin yaşındayken…” diye başlayan cümleler kurmaması gerekiyor. Çünkü dijital kültür, eski zamanlardan tecrübe transferinin kolaylıkla yapılamayacağı bir zaman ve mekân algısı inşa ediyor.
Yaşlılık hastalık gibi bertaraf edilmek isteniyor
Yaşlanmak “olumsuz” bir durum olarak algılanırken “gençleşme” ve “genç kalma” -yaşla olmasa da bedenen- olumlu algılanıyor. Tıbbi müdahalelerle gençleşme, yaşam tarzı olarak gençlere benzeme gibi çabalar, yaşlının toplum ve aile içinde yerini muhafaza etmesi için yeterli mi sizce?
NAZİFE ŞİŞMAN: İnsan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Hayatın doğal bir evresidir yaşlılık. Oysa günümüzde yaşlılık insan yaşamının doğal bir evresi olarak kabul edilmiyor, bertaraf edilecek bir hastalık gibi görülüyor. Tüketim toplumu yaşlıların yaşlılığı kabullenmesini istemiyor, genç kalmak ya da en azından genç görünmek için tüketim sürecine katılmasını teşvik ediyor. Google’a “yaşlanma” kelimesini girdiğimizde karşımıza yaşlanmayı önleyici ilaç reklamları ve anti-aging adı altında toplayabileceğimiz yayın ve haberler çıkıyor. “Başarılı ve üretken yaşlanma” neredeyse bir düstur haline gelmiş durumda. Ancak bunu başarabilen, yani genç kalabilme/genç görünebilme sınavından geçen yaşlıların kabul gördüğü bir dünyada, yaşlanmaktan korkmamak mümkün değil. Diğer taraftan sağlığı, bedeni bir emanet olarak kabul edip mümkün olduğunca iyi korumak herkesin vazifesi. Ama yaşlılık doğal bir süreç olarak kabul edilmediğinde, yaşlılıkla birlikte gelen hastalık, acizlik tamamen kişinin kendi sorumluluğu olarak görülecektir. “Kendine bakmadığın için…” diye başlayan suçlayıcı cümleler, yaşlıya yaşam alanı ve hakkı bırakmayan bir acımasızlığa dönüşebilir.
Para kazanmak için içler acısı performanslar sergileniyor
Genç ve yaşlıların dili arasında da hızlı bir uçurum oluşuyor. Yaşlıların dijital dünyada var olması bu uçurumu kapatmaya yeterli mi sizce? Sosyal medyada yaşlıların gençler için “İyi bir malzeme”ye dönüşmesini nasıl okumalıyız?
FATMA BARBAROSOĞLU: Sosyal medyada en yakınları tarafından “iyi malzeme” olarak sunulan büyük ebeveynlerin içler acısı halleri uçurumun kapanmasına değil, tam tersine daha da büyüyüp derinleşmesine sebep oluyor. Diğer taraftan sosyal medyanın ruhunu kavrayamamış eski kuşaklar gençleri aydınlatmak, onlara bir şeyler öğretmek misyonu ile paylaşımlar yapıyor ki bunların bir kısmını negatif nasihatler kategorisinde değerlendiriyorum. Negatif nasihatler bahsi için geçen kış “viral olmuş”, gençlere “Sakın evlenmeyin!” diye nasihat eden 65 yaş üstü üç yaşlı hanımın zoom üzerinden gerçekleştirdikleri konuşmayı örnek verebilirim. Takipçi sayısını çoğaltarak çok paralar kazanabileceklerini zanneden insanlar, kendilerini parodileştirerek içler acısı performanslar ortaya koyuyor.
Yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemek için şu hususun altını kalınca çizmek isterim. Üreten insanların ürünlerini, emeklerini sosyal medya aracılığı ile nazara vermesi, çağın gereklerinden biri. Sorun, kişinin kendisini, eşini, ailesini BBG evi formatında tüketime sunması. Hal böyle olunca aklı başında gençler, yaşını başını almış kişilerin ergen profili ile ortalıkta salınmasına tanık olunca “Yaşına hürmetim var” bahsini yeniden gözden geçiriyor.