İrfan Gündüz: Kani Karaca’nın çıkarttığı her ses musikiydi

Kani Karaca ve son devrin önemli isimlerine dair hatıralarını paylaşan Gündüz, yenisafak.com’a verdiği röportajda; ‘’Kani Karaca perdelere müthiş derecede aşina, Allah vergisi bir yeteneği haizdi, tanbur gibi bir gırtlağı vardı, çıkarttığı her ses musikiydi. Türkçe konuşmaları bile bestelenmiş gibi okuyabilirdi. Türk musikisine hizmet edenleri, Ankara, İstanbul, İzmir radyo sanatçıları da dahil isim isim bir sayışı vardı, muhteşem’’ ifadelerini kullandı.

Muhammed Sefa Ulusoy
İrfan Gündüz.

• Akademi, bürokrasi, siyaset gibi alanlarda çeşitli çalışmalar yapmanız hasebiyle muhtelif çevrelerden birçok önemli insanla yollarınız kesişti. Bu zatlardan biri de son devrin en mühim musiki üstatlarından Kani Karaca idi. Kani Karaca ismini ilk kez ne zaman duydunuz? İlk tanıştığınız zamanı hatırlıyor musunuz?

Kayserili meşhur iş adamı Kadir Has, babası Nuri Has için, bir sene Adana, bir sene Kayseri ve bir sene de İstanbul’da olmak üzere her yıl bu üç şehirden birinde mevlit okuturdu. 1976 yılında bu mevlit Kayseri’de yapılmıştı. Ben İmam-hatip beşinci sınıf öğrencisiydim. Türkiye’nin en ünlü mevlithanları, bu mevlit programı vesilesiyle Kayseri’ye gelmişlerdi. Mevlit, Hunat Camii’nde öğle namazından önceydi, camiye erkenden gittim ve kürsünün dibine oturdum. Emin Işık, Kani Karaca, İbrahim Çanakkaleli, Aziz Bahriyeli, Raif Bahriyeli, Fevzi Mısır gelen mevlithanlardan bazılarıydı. Emin Işık 1934 doğumlu olduğuna göre o yıl 32 yaşındaydı, filinta gibiydi. Mevlit başlamadan önce Emin Işık’ın yanına gittim; ‘’Hocam, ben İrfan Gündüz, İmam-hatip beşinci sınıf öğrencisiyim. Bize Tefsir hocamız, Siyer hocamız vahyi anlattılar ama ben bir türlü vahyi tam manasıyla anlayamadım’’ dedim. Emin Işık da ‘’sen Kani’yi dinle, Kani’yi’’ dedi. Kani Karaca mevlit okumaya başladı, pürdikkat dinliyordum. Mevlit esnasında bir öyle bir yere geldi ki, ben, -la teşbih ve la temsil- ‘’Cenab-ı Hakk’ın Kelam sıfatı, harfsiz, harekesiz, savtsız, sessiz ses frekanslarına benziyor’’ dedim.

Mesela şimdi bu odada hiç ses yok, ne harf var ne de savt ama yalnızca peygamberler o harfsiz, savtsız, sessiz ses frekanslarını alıyorlar bizim anlayacağımız bir sese, harekeye, savta dönüştürüyorlar, ’’demek ki peygamberler, tıpkı radyolar gibi antenli insanlar’’ demiştim çocuk halimle. Şimdi biz burada hiçbir şey duymuyoruz ama bir radyo olsa kim bilir hangi şarkılar, türküler çalınıyor olacaktı. O zamanlar televizyon yoktu tabi hep radyo üzerinden düşünüyordum. Yine kendi kendime dedim ki; ‘’barajlardan 380 bin voltluk cereyan çıkıyor, hiç kimse bunu evine çekemiyor, bu 220 volta düşüyor ki herkes evine çekebilsin. Alimler de peygamberlerin mirasçılarıdır, peygamberlerin elinden 220 voltu alıyorlar, milletin anlayacağı dile, yani yassı pil, ufak pil, orta pil seviyesine indiriyorlar…’’ benim zihnimde vahiy nasıldır, ne demektir diye anlamaya çalıştığım bütün sorular cevaplandı. Mevlit bittikten sonra Emin Işık ‘’Ne yaptın vahiy meselesini’’ diye sordu, ‘’ben o meseleyi çözdüm hocam’’ dedim. ‘’Nasıl çözdün’’ diye sorunca, bu düşüncelerimi Emin Işık’a da anlattım. ‘’hay Allah razı olsun, böylece benim zihnimdeki soru işaretlerini de giderdin’’ dedi.

Kani Karaca’yı ilk defa İmam-hatip beşinci sınıf öğrencisiyken, 15-16 yaşlarındayken bu mevlit vesilesiyle görmüş ve tanışmıştım.

https://image.piri.net/resim/imagecrop/2021/12/06/04/27/resized_2e7b5-ab64f1cdkaracakani1.jpeg

• Kani Karaca ile daha sonraları hangi vesilelerle bir araya geldiniz?

Rahmetli dedem icazetli müderristi, ‘’aman ha oğlum, sakın buralarda kalma, balık gölde büyür, sen İstanbul’a git’’ dedi bunun üzerine bütün arkadaşlarım Kayseri’de kaldı ben üniversite için İstanbul’a geldim. İyi ki de gelmişim, her işin kaynağı İstanbul’muş… İstanbul’un sokağı bile bir üniversiteye bedel görgü ve bilgi öğretir insana.

Yüksek İslam Enstitüsü’nde okurken Emin Işık Kur’an-ı Kerim hocamız oldu. Mehmet Ali Sarı hakeza öyle. O zamanlar camiamızdan hem İlahiyat hem de Konservatuar mezunu, yetişmiş insan sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Mehmet Ali Sarı, Hüseyin Top, Habil Öndeş, Mustafa Kılıç hocalar vardı belki unuttuğumuz birkaç kişi daha vardır ama bu isimler gerçekten hem Yüksek İslam Enstitüsü mezunu hem de Konservatuar mezunu olan ve bize güzel okumayı öğreten insanlardı. Biz kulak zevkini, musiki zevkini, Kur’an-ı Kerim okuma noktasında ses, nefes ve gırtlağı kullanmanın usulünü İstanbul’da öğrenmeye başlayınca baktık ki bu üstatlar bambaşka bir dünyada yetişmişler…

Daha sonra Yüksek İslam Enstitüsünde asistan oldum, sizin de dediğiniz gibi muhtelif mahfillerden önemli isimlerle çalışma, tanışma imkânım oldu. Cenab-ı Hakk bizi Tasavvuf vadisinde istihdam etti, bu alanda çalıştığımız için de ne kadar Allah dostu, gönül sultanları varsa hepsiyle hemhal olduk. Muhtelif tarikatlardan bütün hocalarla görüştük çünkü tasavvuf hocası olduğumuz için hepsini de tanımamız, bilmemiz gerekiyordu. Muzaffer Ozak’tan tutun da Şeyh Sami Efendi’ye, Mehmet Zahit Efendi’ye kadar diğer bütün tarikat meşayıhı ile tanıştık, hepsine hürmetimiz vardır, sohbetlerine giderek tasavvufun künhüne vakıf olmaya çalıştık.

İlahiyat Fakültesi’ndeyken bir vakfımız vardı, her sene muhakkak iftar programları tertip ederdik. Muzaffer Ozak da iftarlarımıza gelirdi ama; ‘’Kardeşim şu üç kişiyi iftar programınızda bulundurmazsanız gelmem; Ayhan Songar, Kani Karaca ve Emin Işık. Bunların üçünü getirirseniz biz de geliriz’’ derdi. Bu isimler geldiğinde Muzaffer Ozak da 70-80 kişilik bir grupla gelirdi. O gün iftar vaktinden başlamak üzere sabah namazının cemaatle kılınıp insanların dağılmasına kadar meclis devam ederdi. Bu iftar programlarında çok kıymetli sohbetler yapılırdı. Kani Karaca’yı da bu iftar programları vesilesiyle yakinen tanımaya başlamıştım.

Bir gün Kani Karaca’yı İlahiyat Fakültesindeki iftar programına getirmek üzere vakfın aracıyla evine gittik. Yenge Hanım kapıya kadar çıkarttılar ben de hemen koluna girdim yavaş yavaş arabaya doğru geliyorduk ki müthiş bir boğuşma sesi gelmeye başladı. Beş altı kadar kedi birbirleriyle boğuşuyorlardı fakat göremiyorduk vakfın şoförü de arabanın yanındaydı, şoför arkadaşımıza ‘’Naim ağabey, arabanın altına, kaputuna falan iyice bir bak sesler geliyor, mübarek Ramazan gününde kedi yavruları mı var acaba onları ezmeyelim, bir zarar vermeyelim’’ dedim. Ne kadar baktıysak da kedileri bulamadık ama boğuşma sesleri gelmeye devam ediyordu. Tekrar kaputa, aracın altına üstüne bakarken Kani Hoca bir kahkaha patlattı ve ‘’gördün mü İrfan Hoca, nasıl kandırdım seni’’ demesin mi… Meğer Kani Karaca kedilerin dilini çözmüş, öylesine müthiş bir perde aşinalığı vardı ki gırtlağını dahi kıpırdatmadan kedilerin boğuştuğu vehmini veren o sesleri çıkartabiliyordu… O gün bu olaya epey gülmüştük. Kani hocada Allah vergisi bir yetenek vardı, gözleri ameliyatla açılabilecek durumda olmasına rağmen ‘’gözüm açılırsa ben bütün müktesebatımı kaybederim’’ düşüncesiyle açtırmadı. Gözdeki kabiliyet kulakla birleşince, kulak ayrı bir kulak, hafıza ayrı bir hafıza olmuş…

Üstat Kani Karaca Ramazan aylarında Beyazıt Camiinde, Fatih Camiinde ve Üsküdar Yeni Valide Camiinde mukabeleler okurdu. Öğlen namazından önce bir camide, sonrasında başka bir camide, ikindi namazından önce bir camide, sonrasında bir başka cami de olmak üzere bir gün içerisinde muhtelif camilerde mukabeleler okurdu. Bir gün Fatih’te Kani hocayı dinlemeye giderken baktım ki Kani Karaca yenge hanım ile beraber otobüse biniyorlar, ben de hemen bulunduğum otobüsten indim onların gittiği istikamette bir otobüse bindim ve kendilerine yetiştim. Eminönü’nde otobüsten inince karşılaştık, hemen hocanın koluna girdim ‘’hocam ben İrfan Gündüz, Yüksek İslam Enstitüsü müdür yardımcısı’’ diye kendimi tanıttım. Kani Karaca bir defa duyduğu sesi hiç unutmazdı, hemen tanırdı. ‘’Ooo, İrfan Hocam’’ dedi… ‘’Üstat, sizi dinlemeye geliyordum, Eminönü’ne geldiğinizi görünce döndüm, çok paslandık, bizi bir aydınlatın, gönlümüz bir coşsun’’ dedim…

Kani Karaca’nın mukabelelerini papazlar ve hahamlar bile takip ederdi, öylesine güzel okurdu. Kani hoca camiye girdi bir hizip Kur’an-ı Kerim okudu. O esnada camide beş altı tane de hafız vardı her biri bir köşede, birbirlerinin seslerini ve kulağını etkilemeyecek mesafelerde mukabele okuyorlardı. Onların da önlerinde mukabeleleri takip edenler vardı. Kani Karaca okumaya başlayınca herkes sustu, onu dinlemeye başladı. O gün camide Süleymaniye Cami İmam-hatibi Saim Özer vardı, bir başka köşede Hafız İzzet Arık vardı hepsi susmuş, Kani Karaca’yı dinlemişlerdi. Öylesine müthiş bir mukabele okurdu.

https://image.piri.net/resim/imagecrop/2021/12/06/04/35/resized_4b778-34944258uskudarlialiefendi1.jpeg

• Ali Üsküdarlı, Kani Karaca’nın hayatında büyük öneme sahip olan hürmet ettiği hocalarından biriydi aynı zamanda sizin de hocanızdı… Ali Üsküdarlı ve Kani Karaca ile alakalı neler söylersiniz?

Kani Karaca Adana’da yetişmiş orada Recep Hoca diye bir zattan dersler almış, musiki zevkini ondan tevarüs etmiştir. Recep Hoca; ‘’sen buralarda kalma’’ diyerek onu İstanbul’a gitmesi konusunda teşvik etmiştir. Kani Karaca İstanbul’a geldiğinde Reisülkurra Ali Üsküdarlı Hocadan kıraat okumuş, tedrisinde bulunmuştur. Ali Üsküdarlı Hoca, Abdülhamid Han’ın saray imamlarından biridir, bizim de Yüksek İslam Enstitüsünde hocamız olmuştu. Ali Üsküdarlı, Kur’an-ı Kerim okuyuşunda, Üsküdar Ağızı diye bilinen tavrın sembol ismidir. ‘’Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı’’ şeklinde bir söz vardır. Ben Kahire’de bir sene kaldım, güzel kıraat eden hoca sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. O zamanlar camilerde, müezzinlerde bizim buradaki hocalar gibi okuyuş, güzel tilavet sahibi hocalar yoktu. Bizim buralar kıraat yönünden çok daha kaliteliydi hala da öyledir. O yüzden ben diyorum ki; ‘’Evet, Kur’an-ı Kerim Mekke’de indi, İstanbul’da yazıldı ve İstanbul’da da okundu’’ işte o; ‘’İstanbul’da okundu’’ dedirten fem-i muhsin kurralardan biridir Ali Üsküdarlı.

Ali Üsküdarlı, her ayette farklı bir makamı uygulayacak kadar musikiye aşinaydı. Hançeresini, makamlar arasındaki geçkileri en kıvrak şekilde yapacak kadar ustalıkla kullanabilen bir hocamızdı.

Beykoz’da Karakulak Suyu vardır, orada bir Bahariye gezisi düzenlenmiş. Bu geziye Ali Üsküdarlı, Ali Nihad Tarlan, Nihad Sami Banarlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu gibi büyük hocalar da gelmişlerdi. Biz de öğrenciydik hocalara hizmet etmek için geziye katılmıştık. İstanbul Müftüsü Abdurrahman Şeref Hoca idi o zamanlar, ben hem öğrenci hem de İmam-hatip olduğum için benim de müftümdü. Topkapı Takkeciler Camiinde altı buçuk sene İmam-hatiplik yapmıştım. Öğle namazı geldiğinde Abdurrahman Şeref Hoca, Ali Üsküdarlı hocaya; ‘’buyurun hocam, imamete siz geçin’’ demişti. Ali Üsküdarlı imamete geçti, cemaatten ‘’hocam, Şehnaz makamında bir mihrabiye lütfetseniz’’ diye bir talep geldi Ali Hoca kabul etmedi, meğer Ali Üsküdarlı çok inatçıymış, okumam dediği zaman kimse okutamazmış… Edebiyat Fakültesinden hocam olan Ali Nihad Tarlan; ‘’bırakın şeyh efendiyi, şeyh efendi Şehnaz’da okumamak için naz ediyor’’ deyince Ali Üsküdarlı; ‘’işte bu latife üzerine okunur evladım’’ diyerek Şehnaz makamında bir mihrabiye okumaya başladı… Müthiş bir kıraat idi, kayıt cihazı yoktu ki kaydedebilelim…

O zamanlar Ali Üsküdarlı bize ‘’Ben size acıyorum, elhamdülillah bu zamana kadar hiç kuru ekmekle zeytine Fatiha çekmedim’’ derdi.

• Ne demek istiyordu?

Eskiden hocalığın çok izzet ve ikramını görürlermiş. Ali Üsküdarlı; ‘’biz mevlide gittiğimizde adamlar büyük ziyafet verir ve bizi altınla ödüllendirirlerdi, siz gidiyorsunuz 75 kuruş parayla okutuyorlar’’ diye eski zamanları tahattur ederdi.

TRT’de Asaf Demirbaş’ın perşembe günleri yaptığı ’’İnanç Dünyası’’ programı vardı. Kani Karaca o programda hocası Ali Üsküdarlı’yı takliden, hatta Ali hocanın cızırtılı bir sesi vardı onu bile taklit ederek bir Kur’an-ı Kerim tilavet etmiş. Ertesi gün herkes Ali Üsküdarlı’ya gelip ‘’hocam Allah razı olsun, akşam bizi ihya ettiniz, ne güzel okudunuz’’ demeye başlamışlar Ali Hoca ‘’yok evladım, ben okumadım’’ dediyse de insanlar ‘’olur mu hocam dinledik, çok güzeldi, Allah razı olsun’’ diye karşılık vermeye devam etmişler. Tabi, Ali Üsküdarlı Hoca ‘’bunu yapsa yapsa bizim Kani yapmıştır’’ diye tahmin etmiş. Kani Karaca bu olayın nihayetini; ‘’Cuma namazına gitmiştim, Ali Hoca imam odasında ‘’sen beni nasıl taklit edersin’’ diye bana bastonuyla bir güzel dayak attı…’’ diye anlatmıştı.

Kani Karaca’nın hafızası o derece kuvvetliydi ki, Ali Üsküdarlı bir defa ya da iki defa okusun hemen ezberler, aynısını okurdu. Ali Üsküdarlı bir dersinde; ‘’benim yaptığım nağmeyi yapana bir kese altın’’ diye meydan okuyor, Kani Karaca, hocanın kulağına eğilip ‘’ben de dahil miyim hocam’’ deyince ‘’yok sen dahil değilsin’’ diye cevap veriyor.

Kani Karaca Ali Üsküdarlı’dan tedrisine devam ederken bir taraftan da Sadettin Kaynak’a gidiyor, iki hoca da çok kıskanç, ikisi de talebesinin bir başka hocaya gitmesini istemiyor ama Kani Karaca’ya ikisi de göz yumuyor çünkü müthiş bir kapasite, muazzam bir yetenek var.

Ayhan Songar; ‘’Eğer siz musikide ister teoride ister pratikte Itri’yi, Dede Efendi’yi aşan bir adam görmek istiyorsanız işte size Kani Karaca’’ derdi aynı sözleri rahmetli Nevzat Atlığ’dan da duymuştum.

Kani Karaca perdelere müthiş derecede aşina, Allah vergisi bir yeteneği haizdi, tanbur gibi bir gırtlağı vardı, çıkarttığı her ses musikiydi. Türkçe konuşmaları bile bestelenmiş gibi okuyabilirdi. Türk musikisine hizmet edenleri, Ankara, İstanbul, İzmir radyo sanatçıları da dahil isim isim, bir sayışı vardı, muhteşem.

Ali Üsküdarlı Hoca vefat ettiği zaman Sahrayı Cedit kabristanına defnedilmişti. Çok kalabalık bir cemaat vardı, ben de o cemaatte bulunuyordum. Kabristanda Rahman suresi okunuyordu. Biz dedik ki; ‘’ya Ali Hoca dirildi kendisi okuyor ya da teypten Rahman suresi kaydını dinletiyorlar’’ sonra bir ara bir ağacın dalına çıkarak baktım ki, Kani Karaca büyük bir üzüntüyle hocasının kabri başında Kur’an-ı Kerim tilavet ediyor…

Üzeyir Garih, Eyüp Sultan’da öldürülmüştü Neve Şalom Sinagogu’nda cenaze merasimi vardı. Tayyip Bey ile birlikte cenazeye katılmıştık. David Asseo Hahambaşı başkanlığında bir koro ilahiler okuyordu, Kani Karaca da o esnada yanımızdaydı. Bir ara benim kucağıma eğildi ‘’bak İrfan Hoca, burada bir bemol yanlış ses bastılar’’ dedi. Okunan İbranice bir ilahiydi. David Asseo, Tayyip Beyi görünce yanımıza geldi. Taziyelerimizi bildirdikten sonra bir ara ben David Asseo’ya ‘’bakın Kani Bey ne diyor’’ dedim. Kani Karaca hata yaptıklarını söyleyince Hahambaşı ilahiyi bir mırıldandı ‘’doğru söylüyorsunuz, yanlış basmışız’’ dedi. Okunan İbranice ilahideki yanlış uygulanan bir perdeyi dahi derhal fark edebilecek derecede müthiş bir zekâ, fevkalade bir dehaydı Kani Karaca. Düşünebiliyor musunuz İbranice bilmezdi ama İbranice ilahi okumayı da bir hahamdan meşk etmiş büyük bir musiki üstadıydı. O yüzden şu an Kani Karaca’nın yerinin doldurulamadığı kanaatindeyim.

• Kani Karaca’nın vefat haberini nerede aldınız? Cenazesinde bulunabildiniz mi?

Hayır, katılamadım. Ben o zaman Avrupa Parlamenteri olarak Barselona’da bulunuyordum, vefat haberini radyodan ya da bilgisayardan öğrenmiş çok üzülmüştüm. Hemen ruhuna bir Yasin-i Şerif okumuştum… O zamanlar Zülfü Livaneli de CHP’den millet vekiliydi o da Barselona’da idi. Beraber bir bankta otururken; ‘’Zülfü Bey siz Yunan felsefesini çok iyi biliyorsunuz, müziğin de her türlüsünü yapıyorsunuz fakat sadece Batı müziğiyle ilgileniyorsunuz, bizim öz musikimizden uzak kalmışsınız’’ dedim daha sonra da Kani Karaca’nın kasetlerini Zülfü Bey’e göndermiştim o da ‘’ya doğru söylüyorsunuz, biz bu işlerden biraz uzak kalmışız’’ demişti…

Kani Karaca’nın cenazesinde bulunamamıştım ama dönünce hemen kabrini ziyarete gitmiştim, okumuştum hala da okurum, her zaman ruhuna Fatihalar, Yasinler gönderirim çünkü o, gerçekten bize kıraat zevkini aşılayan Fem-i Muhsin hafızlardan bir tanesiydi… Allah gani gani rahmet eylesin.

• Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Prof. Dr. İrfan GÜNDÜZ kimdir?

1950’de KAYSERİ’de doğdu. Tasavvuf alanında, 1983’de Doktor, 1990’da Doçent ve 1996’da Profesör oldu. 54. Hükümette, Türk Cumhuriyetleri ve Yurtdışında Yaşayan Akraba Türk Topluluklarından sorumlu Başbakanlık Danışmanlığı görevinde bulundu. 1998’de F.P. Teşkilattan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’na getirildi. AK PARTİ’nin kurulması, kurumsallaşması ve teşkilatlanmasında aktif görevlerde bulunarak 3 Kasım 2002 seçimlerinde yeniden XXII. DÖNEM İstanbul Milletvekili seçildi. İbn Haldun Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı görevini sürdürmektedir.

HAYAT
Doç. Dr. Mehmet Öncel: Musiki, ilahi buyruklara hizmet eden bir araçtır

HAYAT
Hattat Ahmet Kutluhan: Allah, Hasan Çelebi'ye çok talebe yetiştirmeyi nasip etti

HAYAT
Yazar Enes Ergür: Salahi Dede bizim musikimizde bir efsanedir