Amerika’da bir kadının hak mücadelesi

Bir Kimya Meselesi adlı kitap Bonnie Garnus tarafından kaleme alınmış yazarını haklı bir üne ve ödüle kavuşturmuştur. ABD’de yalnız ve çocuklu bir kadının çalışmak için verdiği mücadeleyi anlatan kitap aynı zamanda Amerika’nın 1960’larında kadına verdiği değeri ve hakları da yeniden sorguluyor.

Arşiv

FUNDA ÖZSOY E.

Mutlu sonla biten hikayelere bayılırım. Melodramı dibine kadar hissettiren Yeşilcam klasiklerine de. Ama bu ikisini kimyasal bir tepkime olarak insan ilişkilerine uyarlayan bir romanla ilk defa karşılaştığımı itiraf edeyim.

Evet, o melodram havasını soluyorsunuz “Bir Kimya Meselesi” romanını okurken ve 1970’li yıllarda çekilen, hala hayranlıkla izlediğimiz o Yeşilçam filmlerinden kareleri bugüne taşıyor belleğimiz, kitabın sayfaları çevirdikçe. Sanki romanın kahramanı Elizabeth Zott, Hülya Koçyiğit’in başrolunü oynadığı bir filmde kırıldan ama hayata dirençli, çok güzel bir kadın oluyor; yaşanmış onca acılardan sonra tam aşkı yakalamışken, tam da sevdiği adamla hak ettiği mutlu bir gelecek ümit ederken, ona hayatın güzel tarafını işaret eden büyük aşkı Calvin Evans’ı kaybeder.Yıl 1955’tir. Daha 28 yaşında olan, kimya üzerine çok önemli çalışmalar yapmış, ileride Nobel alması beklenen bu genç bilim insanı, elem bir kazada ölür. Üstelik de bir bebek bekliyordur Elizabeth, üstelik de onu kötülüklerden gizli gizli koruyan biricik aşkı ölünce her şey üzerine üzerine gelmeye başlar; önce işini kaybeder, sonra yeni doğan bebeği ile hayatta tek başına kalır. Yoo tek başına değildir aslında, köpeği Altıbuçuk yanındadır. 981 kelime bilen, çok zeki, sahibinin duygularını içselleştirebilecek kadar duyarlı.

Ama şu da bir gerçek ki, hayat bütün zorluklarına rağmen yaşanmayı hak eder. Zira kitabın yazarı Bonnie Garmus’un cümlesiyle söyleyecek olursak hayat ‘kim olduğumuza, nelerden oluştuğumuza değil, daha ziyade neye dönüşebileceğimize dair bir ders’ tir. Dibe vursan dahi, kendi özdeğerini yiritmezsen Elizabeth gibi, bir yerlerden çıkacaktır alkımın renkleri. Evet, her ne kadar Oğuz Atay “İnsan gridir” dese de sevgili okur, “Bir Kimya Meselesi” romanı insanın ruhunun rengarenk olduğunu kanıtlıyor bize.

Romanın zamanı 1961 yılı Kasım’ından geriye doğru gider. Bu geriye dönüşlerde Elizabeth ile Calvin Evans’ın çalıştıkları kimya laboratuvarında nasıl tanıştıklarını, aşklarının nasıl başladığını, onların hatırlayışları kadarına sığdırılan mutsuz çocukluklarını, Evans’ın ölümünden sonra Elizabeth’in yaşam mücadelesini, kızı Madeline ile ilişkisini, kızını büyütürken yaşadığı güçlükleri, komşusu Harriet’in bir mucize gibi hayatına girişini öğreniriz. İşte bu sırada o yılların Amerikan aile yapısına da bir otopsi yapıyor yazar.

Bugün artık arşivlerde yerini alan ve o yıllara ait mutlu aile görselleriyle de desteklenen 1940-1960 yılları Amerikan aile anlayışında kadının eş ve anne rolünde, erkeğinse evi geçindiren güç olarak kabul edildiği ve bunun da refah toplumu olmanın sonucu olarak benimsendiği döneme atıfta bulunan romanda bunun eleştirisi yapılır. Kadının da bilim dünyasında, iş hayatında kabul görmesi gerektiğinin altı çizilir. Çok iyi bir kimyager olmasına rağmen kadın olduğu için hak ettiği değeri göremeyen Elizabeth Zott’a mutfak önlüğünün yakıştırılması, çalışsa bile erkek meslektaşından çok daha az ücret alması üzerinden yazar, o yılların Amerika’sındaki kadın- erkek eşit(siz)liğine getirir konuyu:

“Kadınların erkeklerden düşük görülmesi de erkeklerin kadınlardan üstün sayılması da biyolojik değil, kültürel. Ve tüm bunlar iki kelime ile başlıyor: pembe ve mavi.”(s.256)

İşte bu anlayış yüzünden kendini gerçek anlamda mutlu eden mesleğini yapamayan Elizabeth, mecbur kaldığı için – eve para getirecek bir eşi yoktur çünkü- mutfak önlüğünü giyip sahneye çıkar ve bir kadın kuşağı programı olan “Altıda Akşam Yemeği” programında yemek pişirir.

HAKSIZLIĞA KARŞI MÜCADELE

Aslında Eizabeth için yemek pişirmek ciddi bir iştir. Hatta onun sözleriyle söyleyecek olursak “Yemek pişirmek kimyadır, kimya da hayattır.” Ama onu kışkırtan, öfkelendiren şey, kadınlara başka bir şansın verilmemesi. O da televizyon programındaki işini öyle ciddi yapar ki ve kimyasal tepkimelerle yemek pişirme eylemini öylesine iç içe geçirir ki, onu izleyen kadınların hayata bakış açılarını değiştirir. Zira Elizabeth, sınırları kabul etmeyen biridir. Sadece kendisi için değil, hiçbir kadın için. Bu kabul etmeyiş, roman boyunca sınırları zorlayış, romanın geçtiği yıllara ait Amerikan toplumundaki aksaklıkları da okura daha net gösteriyor:

“İnsan doğası gereği ait olmak ister, biyolojisinin bir parçası bu. Fakat toplumumuz hiçbir zaman kendimizi ait olacak kadar yeterli hissedemememize sebep oluyor. Çünkü kendimizi cinsiyet, ırk, din, siyaset, okullar gibi işe yaramaz ölçütler üzerinden değerlendiriyoruz. Hatta boy ve kilo bile…” (s.295)

Ve verilen mücadelenin, çekilen acıların, tesadüflerin de hakkını vererek sürpriz bir şekilde ortaya çıkan bir iyilik meleğinin her şeyi düzeltmesi yok mu, işte Elizaberh Zott’un yaşadığı onca haksızlığın ve tabii okurun da soluk soluğa onunla yürüdüğü yolun sonundaki bu mutlu son, elbette benim gibi bir Yeşilşam filmleri müptelası birini mest edecektir.

Gökten üç elma düşebilir her an sevgili okur.

HAYAT
Kendine has şefin yaşama rehberi