Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ile Cağaloğlu’ndaki ofisinde buluşuyoruz. Aramızdaki sehpanın üzerinde eskilerin tabiriyle “tuğla kalınlığında” II. Abdülhamid hakkında hazırladığı doktora tezi duruyor. 1973 yılında yazdığı tezini seneler sonra tercüme etmiş. II. Abdülhamid’in adının anılmadığı bir dönemde böyle bir tezi nasıl tamamladığını, özel bir izin alıp almadığını soruyorum. Sırma, “Hayır, özel bir izne gerek yok, ama riski var. Biz o riskleri aldık ama cezalarını da aldık” diyor ve gülüyor. Sırma’nın profesörlük tezi yine “II. Abdülhamid ve İslam Birliği Siyaseti” üzerineymiş. Sırma, “Bu nedenle YÖK 5 sene tezimi kabul etmedi ve mahkeme ile geçerliliğini kanıtladım. Türkiye’deki II. Abdülhamid düşmanlığı Avrupa’dan daha fazla” diyor. İlim öğrenmeye ve öğretmeye bu kadar kararlı olmasının nedeni merak ediyorum. Büyük alimlerden birinin torunu olması mı etkilemiş acaba? Sırma ilme olan merakının hayatını da şekillendirdiğini söylüyor ve ekliyor: “Başka kardeşlerim de vardı. Onlar meslek sahibi olmak için üniversiteyi okudular. Benim derdim, bir şey sahibi olmak değil, ilim yapmaktı. Onun için biraz sıkıntılı bir hayat geçirdim ama memnunum böyle olduğuna. Sıkıntı çekmeden bir iş başarılamıyor.” Ardından ilim öğrenmek ve öğretmek üzere yaşadığı bir ömrü konuşmaya başlıyoruz.
PERVARİ’DE BAŞLAYAN YOLCULUK
KİLİS HANI’NIN İSLENMİŞ DUVARI
Pervari’den ilk çıkışı ilkokul 5’te iken olmuş. Öğretmeni ve başöğretmeni (müdür) Sırma’yı özel olarak çağırıp ortaokula devam etmesini tavsiye etmiş. Ancak aile Sırma’yı uzaklara göndermeye pek yanaşmamış ve imtihan gününü ondan saklamış. Sırma bunu öğrenince köye gelen posta ile şehre kaçmayı aklına koymuş. Olay ortaya çıkınca Gazali Bey, Sırma’nın okula devam etmesi ile ilgili tüm aileyi toplayarak onlarla konuşmuş. Karar kafi gelmeyince de Pervari yakınlarında bir alimin kapısını çalıp ona danışmışlar. O alim, “Mektebe gidenler genelde dinsiz oluyor ama bu gitsin” deyince Sırma için okul yolu gözükmüş. Pervari ve Siirt arası o yıllarda iki gün bir gece sürermiş. Gece olunca Kilis denilen yarı yolda bir handa kalırlarmış. Hanın sahibi falan da yokmuş, bir tarafta insanlar diğer tarafta katırlar yatar yalnızca geceyi geçirirlermiş. Sırma, yıllar sonra yazdığı bir şiirinde bu handan “Kilis Han’ının islenmiş duvarını” dizesiyle andığını söylüyor.
DOKTOR OLMAK İSTİYORDUM
Sırma, ortaokul için çıktığı Pervari’den lise yıllarında da ayrı kalmış. 1962 yılında ise bu kez çemberi biraz daha genişletip üniversite okumak için Ankara’ya gitmiş. “Pervari’de çok hasta var doktor olup onları tedavi ederim” düşüncesiyle ilk sıraya Tıp yazmış. İkinci sıraya ise Fakülte Sekreteri Nezihe Hanım’ın, “Burada Arapça, Farsça, İngilizce öğretiliyor” dediği İlahiyat’ı yazmış ve orayı kazanmış. O zaman Bahçelievler’deki Siirt Yurdu’nda kalan hemşerileri “Hoca mı olacaksın” diye çok alay edince Sırma bölümü değiştirmek yerine yurdunu değiştirmiş. Yıllar sonra girdiği Ankara İlahiyat’ın o dönemki 80 mezunundan en az 15-20 kişi milletvekili ve profesör olmuş. O dönem İlahiyat’ta İslam’ı anlatan hocalardan ziyade dine “Teoloji” olarak bakan isimler olduğunun altını çiziyor. “İlahiyatta bile İslam’ı anlatan hocalar yoktu. Daha çok Felsefe, Dinler Tarihi vs gibi dersler işleniyordu” diye okuldaki ortamı anlatıyor. Öyle ki Türk-İslam kültürü bile yabancı hocalar eşiğinde işlenirmiş. O dönemden hatırladığı isimlerden birisi de Mevlânâ’yı anlatan Anne-Marie Shchimmel’miş. Sırma daha sonra İslam’ı seçen o hocasını şöyle anıyor: “Ne güzel Türkçe biliyordu diye biz de takdir etmiştik. Ne güzel kültürümüzü bilen bir Batılı dedik. Ama kültürümüzü bilen Türk yoktu. Aslında vardı ama korkak bir ilim vardı. Bazı şeyleri biliyorlar, ama söylemiyorlar. Günümüzde de öyle isimler vardır.”
FRANSA’YA YOLCULUK
Fakülteden mezun olunca Siirt’e atanan ilk din öğretmeni olmuş öğretmeni ama yalnızca altı ay kalabilmiş. O altı ayı şöyle anlatıyor: “Öğretmenlik öyle bir şey ki elinize bir müfredat veriyorlar siz ona göre hareket etmek durumundasınız. Ancak namaz surelerini öğretebiliyorduk. Müfredat, Allah’ın Kur’an’da dediklerinin bir kısmını kabul ediyor bir kısmından bahsemenize bile izin vermiyor. Örneğin, bir cenazenin nasıl kaldırılacağını anlatıyor ama hakime ‘Biz babamızın mirasını şeriate göre taksim etmek istiyoruz’ demenize izin vermiyor.” Sırma, mezuniyet sonrası girdiği doktora sınavı neticelenince öğretmenlikten istifasını verip Paris’e gitmeye karar veriyor. Bu arada ailesi, “Seni bekâr göndermek istemiyoruz” diyor. Yıldız Hanım ile olan evliliğini ise “Ben Pervariliyim, ne zaman nişanlandığımı bilmiyorum” diyerek anlatıyor Sırma. Rahmetli babaannesi halasının torunu olan Yıldız Hanım için, “Ben ölürsem bu kızı İhsan’a verin” deyince bu söz aile içerisinde bir nevi nişan oluyor. Sırma, bir sene dil öğrendikten sonra Eylül 1968’de Pervari’ye gelip Yıldız Hanım ile evleniyor. Düğünün en enteresan misafirleri ise Sırma’nın Fransız yurdunda tanıştığı Michelle ve Annie çifti oluyor. Düğün için Paris’ten Pervari’ye arabalarıyla gelen çift sayesinde, Pervarililer ilk kez otomobil ile karşılaşıyor.
Sırma, “Avrupa’ya ikinci gidişimde eşim ile birlikte oldu. Üzülerek söylüyorum, o zamanlar Türkiye’de başörtüsüne müsaade edilmiyordu ama Paris’te kimse karışmıyordu. Benim hanımımın, başka arkadaşlarımın hanımlarının başı örtülüydü ama kimse bir şey demiyordu. O şekilde eşim dil okuluna devam etti ve Fransızcayı öğrendi. Dört senenin sonunda doktor olup geldik” diyor. Fransa’da eşi ile birlikte bir nevi öğrenci yaşamı sürmüşler. Yemeklerini 1 franka öğrenci lokantasında yemiş, akşamları Türk arkadaşlarıyla buluşmuşlar.
DİPLOMA VAR KADRO YOK
Yaşamı oldukça maceralı geçen Sırma’nın elbette Avrupa’dan dönüşü de öyle olmuş. 25 Mayıs 1973’te Türkiye’ye dönüp soluğu Ankara İlahiyat’ta almış. “Ben diplomamı aldım, beni işe alın” demiş. Önce kadro yok denmiş, ardından Sosyoloji’den açılan kadro sınavına girip kazanmış. Ancak o zamanki dekan, “Sen Siirt’e git, biz onay geldiğinde seni çağıracağız” demiş. Eylül ayı geldiğinde Sırma’nın beklediği onay yerine Erzurum İmam Hatip Lisesi’ne atandığına dair bir kağıt gelmiş. Yani Sırma, doktoralı bir öğretmen olarak Erzurum’a atanmış. Böylece Erzurum yılları başlamış. Önce Erzurum İmam Hatip Lisesi’nde, ardından tüm engellere rağmen Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde asistan doktor olarak görev yapmış. Sırma, Erzurum’daki yıllarını şöyle anlatıyor: “Erzurum’da askeriye aranan hocaların resimlerini duvarlara asardı. Ama bir bakardınız ki o hocalar askeriye lojmanlarında sohbetler verirdi. Bizler o zamandan biliyor, ikaz ediyorduk. Müslümanlar ne yazık ki gerçeği söylemeye korkuyorlar. Ben doğruları söyledim diye, görevime son verdiler. Versinler, bir söz vardır; ‘Mevlam rezzak-ı alemdir, rızık için gam çekemem.’ Ben onlara boyun eğmedim. Yolsuzluğa ‘Eyvallah’ dediler, ben demedim. Şimdi bana sen haklısın diyenlere ben de şunu söylüyorum: Bonjour, good morning…”
Sömürgeci kim sömürülen kim
Fransa’nın ardından Arapçasını da geliştimek isteyen Sırma, Tunus’a giderek birkaç ay eğitim almış. Tunus’un siyasi ve kültürel ortamıyla ilgili izlenimlerini ise şöyle aktarıyor: “Oranın başında da Habib Bourguiba isimli biri vardı. Ben gittiğimde henüz ölmemişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün nutuklarının yayınlandığı gibi radyoda konuşmaları yayınlanırdı. O yıllarda Tunus yeni yeni siyasi istikrarına kavuşuyordu. Fransızlar gideli çok olmamıştı ve herkes Fransızca konuşuyordu.” Sırma orada iken Şeriat Fakültesi’ne giderek, “Allah’ın sevgili kulu, büyük alim” dediği büyük üstad Tunuslu ilim ve fikir adamı Fâzıl İbn Âşûr’dan Arapçayı öğrenmiş. Sırma, Tunus’a 2000 yılındaki gidişinde ise iki büyük cenaze ile karşılaşmış. “Ben oradayken iki büyük cenaze oldu; biri, büyük alim Fâzıl İbn Âşûr, diğeri Habib Bourguiba. İkisi de öldüğünde ben oradaydım. Yalnızca birinin cenazesine katılabildim” diyor.
Tunus’ta iken Paskalya Bayramı’nı fırsat bilerek arkadaşlarıyla ve eşiyle birlikte otomobil ile Cezayir’e gitmişler. Arzuları Malik b. Nebi’yi ziyaret etmekmiş. Cezayir’de karşılaştıkları bir genç onlardan bir konferans vermelerini istemiş. “Biz hoca değiliz hem Arapça da bilmeyiz” deseler de genç kabul etmemiş ve akşam Cezayir Üniversitesi salonunda bir konferans düzenlemiş. Sırma, daha söze başlamadan dinleyicilerden bir genç, Osmanlı olduklarını kastederek “Kolonizatör” diye bağırmış. Sırma, cevap vermemiş ve “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek Arapça konuşmaya başlamış. Dinleyenlerden biri “Biz Arapçayı anlamıyoruz, Fransızca biliyorsan lütfen Fransızca devam et” diyince Sırma cevabı yapıştırmış: “Hah! Şimdi oldu! Bana ‘kolonizatör’ diyen nerede? Ben sizin ananızın diliyle konuşuyorum, siz anlamıyorsunuz. Ben miyim sömürgeci, siz misiniz sömürülen?” Bu cevabı tüm salon ayakta alkışlamış.Sırma’nın daha sonraki çeşitli konferanslar vesilesiyle diğer Orta Doğu ve İslam ülkelerini gezme fırsatı olmuş. “Orta Doğu’da tanıdıklarından bizi konferansa çağırıyorlardı” diyen Sırma’yı daha birkaç gün önce Cezayir’den konferansa davet etmeye gelmişler. Sırma, çağırıldığı her yere gitmeyi Hamidullah Hocasının vasiyeti sayıyor: “Rahmetli Hamidullah Hocamın bana emri var, ‘Nereye çağrıldıysan gideceksin’ dedi. Gidiyorum, ama onların istediklerini değil, kendi doğru bildiklerimi, inandığım gibi anlatıyorum. Ben gelmişim 78 yaşına, ölüp gideceğim ve Allah’a hesap vereceğim. Allah soracak, ‘Sana o kadar imkân verdim, ne yaptın?’ Ne diyeceğiz?”
MUHAMMED HAMİDULLAH İLE MEKTUPLAR
VİYANA GÜNLERİ
Erzurum’un ardından Sakarya İlahiyat dönemi başlamış. Bu dönem sandığından kısa ve sıkıntılı geçmiş. Çünkü o yıllarda henüz adı konmamış FETÖ yapılanması, Sırma’nın üniversitedeki varlığından hoşnut değilmiş. 1995 yılında Avusturalya’dan aldığı bir davet sebebiyle izinsiz yurt dışına çıktığı bahanesiyle hakkında dava açılmış ve zorla emekli edilmiş. 28 Şubat dönemi süreciyle Viyana dönemi başlamış. Sırma, bir konferans için gittiği Viyana’da bir ay kalmış. Necmettin Erbakan’ın Viyana’da bir enstitü kurulması için hazırlattığı proje ile ilgilenerek, enstitünün kurulmasına ön ayak olmuş. Enstitüde ilk ders veren de yine Sırma olmuş. Böylece on yıllık Viyana serüveni başlamış. Sırma, 28 Şubat dönemi ve sonrasında Türkiye’de okuma hakkı tanınmayan başörtülü öğrencilere de yardımcı olmuş. Üzerine oradaki öğrencilere dersler vermeye başlamış. Sırma, o dersleri şöyle anlatıyor: “Çok güzel derslerimiz oldu. Belki hocalığımın en güzel derslerindendi. Çünkü zorunlu değildi, isteğe bağlıydı. Ama sınıf doluyordu elhamdülillah. Derslerimiz on sene devam etti.” İki üç ay önce yeniden Viyana’ya giden Sırma, yetiştirdiği öğrencilerin bir kısmının orada kalıp çok güzel hizmetlerde bulunduğunu söylüyor.
DAĞLAR, FOTOĞRAFLAR VE KİTAPLAR