Dünyada ruhu olan, ruhunu koruyan toplum var mı, kaldı mı?
azmanlaşmasının kurbanı oldu.
katlediliyor yarım asırdır vahşî kapitalizm tarafından.
Osmanlı yaşarken, dünyanın bir ruhu vardı:
Dünyanın ruhu, Osmanlı’ydı.
Osmanlı dünyadan çekildi, dünyadan ruh da çekildi, gitti.
Türkiye’nin bir ruhu var mı, peki?
Bu yazıda bu sorunun izini süreceğim...
Seçimlere bir de
yaparak bakalım, derin nefes alarak...
TÜRKİYE’NİN RUHU’NA NE OLDU?
Türkiye’nin başına ne geldiğini görebilen, iki asırdır yaşadığı trajediyi anlayabilen bir entelijansiyası yok bu ülkenin.
Kimse kendini kandırmasın:
Bu toplumun ruhu yok edilemedi belki; ama celladına âşık edilerek inkâr edildi.
Dünyada celladına âşık edilen tek toplum bu toplum ama bunu görecek ruhtan yoksun. Toplum, başına ne geldiğini hissediyor ama aydın hissedemiyor bile: Zihnen sömürgeleşmiş epistemik köle çünkü. Ne olup bittiğini anlayabilmesi zor o yüzden.
Celladına âşık edildiğini görebilecek bütün melekeleri yok edildi bu toplumun.
O yüzden
dostunu düşmanını ayırt edemiyor.
O yüzden
azılı düşmanlarını dost bellemekte sakınca görmüyor.
Düşmanları gibi düşünen, düşmanları gibi yaşayan,
ama bunun farkında bile olmayan bir toplumun, tarihin kırılma anlarında bunun
bedelini çok ağır ödediğini
tarih gösteriyor bize...
BOSNA’NIN CELLATLARI, CELLADINA ÂŞIK BOSNALILARDI
Bosna savaşı, dostunu-düşmanını karıştırmanın yol açtığı ürpertici travmaların yaşanmasıyla sonuçlandı.
Bosnalıların çoğu, Sırpların, Hırvatların kendilerini katledeceklerine, iğrenç katliamlar yapacaklarına inanmıyorlar
, bu tür söylemleri dillendiren insanları
olmakla itham ediyorlardı.
Ama
Bosna’da yaşanan soykırım, celladına âşık olan, ruhunu yitiren, dostunu düşmanını ayırt edemeyen Bosna halkına yüzyılın en ağır faturalarından birini ödetti.
TOPLUMU, RUHU AYAKTA TUTAR...
Bir toplumu ayakta tutan güç, sahip olduğu ruhudur; yaşayan, diri ve diriltici bir ruha sahip olması. Bir ruhu olan, daha doğrusu bir ruhu olduğunu bilen ve o ruhla nefes alıp veren bir toplum, gücünü de, zaaflarını da iyi bilir. O yüzden düşmez; kimi zaman tökezlese bile aslâ düşmez.
Bir ruhu olduğunu bilmesi, Ruhunu bilmesi, Ruhuyla nefes alıp vermesi, düşmesine izin vermez o toplumun.
BU TOPLUMUN RUHUNU KATI LAİKLİK DEĞİL YUMUŞAK SEKÜLERLEŞME SÜRECİ YOK EDİYOR...
Tanzimat’la yönünü, Cumhuriyet’le yörüngesini yitirdi bu toplum.
Yönünü ve yörüngesini yitiren bir toplumun
ruhunu da yitirmesine yol açacak
zihnî ve ahlâkî bir savrulma
yaşaması mukadderdir.
Laikliğin bir din gibi algılanması,
dogmalaştırılması ve topluma dayatılmaya çalışılması,
toplumu, neyi yitirdiğini hatırlamaya kışkırttı.
1960 darbesinden sonra
Türkiye’de gençliğin dünya görüşü olarak Marksizm’e sarılması
için uygun zemin oluşturulunca,
toplumun neyi yitirdiğini hatırlama süreci hız kazandı...
Entelektüel düzlemde
’ın, siyasî düzlemde
’in öncülüğüyle başlatılan toplumun
başarıya ulaştı.
Özal dönemi bu sürecin daha da hızlanmasına yol açtı. Özal dönemi liberalizmi, katı laiklik olarak başlayan sürecin yumuşak sekülerleşme biçimleriyle hayatın her alanına sirayet etmesiyle sonuçlandı.
Bu sekülerleşme süreci, yönünü bulan toplumun yörüngesini bulanıklaştırdıkça bulanıklaştırdı.
Yönünü bulan toplum, yörüngesini de kaybetmeye başladı...
2000’li yıllara geldiğimizde yörüngemizi bulmaya başladık ama bu kez kıblemizi yitirme tehlikesiyle
karşı karşıya kaldık.
Artık
her şey kıblemiz olmaya başladı kolaylıkla: Masa, kasa, nisa.
Araçlar amaçların önüne hatta yerine geçti:
İslâmî kesimler amaçlarını yitirdi, araçların (masanın, kasanın, nisanın) kölesine dönüştü.
Burada kadını aşağılamıyorum; aksine, kadının nasıl aşağılandığına dikkat çekmiş oluyorum.
Evet, Tanzimat’la yönümüzü yitirdik. Cumhuriyet’le ruhumuzu, ruh köklerimizi, medeniyet dinamiklerimizi inkâr etme aymazlığı sergiledik; yön değiştirmeye kalkıştık, yörüngemizi kaybettik.
Ruhumuzu yitirmedik hiçbir zaman. Bizi bu ruh ayakta tuttu her zaman.
Ama Özallı neo-liberalizm yıllarından itibaren yaşadığımız
katı laikliğin yumuşak sekülerleşme sürecine evrilmesi, bu toplumun günbegün ruhunu yitirme tehlikesinin eşiğine sürüklenmesine yol açtı, açıyor...
SİYASET ARAÇTIR, HAKİKAT AMAÇ
Yaşadıklarımızı siyaset üzerinden anlayamayız. Toplumun ruhunu yitirme tehlikesini anlamaya siyasetin dar ontolojisi izin vermez.
Siyaset araçtır, hakikat amaç.
Hakikat, yegâne ölçümüz ve ölçütümüz olmalıdır.
Toplumun ruhunu canlı tutabilmenin tek yolu
var: Medeniyet iddiasını, hakikat tasavvurunu adım adım mimariye, eğitime, medyaya, kültüre, sanata, hayatın her alanına nakşedecek fikir, oluş ve “varoluş” çilesi çekmeye hazır olmak...
Yani siyaset dâhil her şeyi hakikate göre yapmak. Hakikati yani amaçları, siyasete yani araçlara kurban etmemek.
İşte bunu başarmak, bu toplumun ruhunu kurtarmak demek.
Öyleyse her hâl ve şartta, bize zararı olsa bile, dün olduğu gibi bugün de
hakikatin izini sürmek, temel varlık sebebimiz olmalı.
Dünyanın yeniden ruha kavuşabilmesinin yolu da, bu toplumun dünyaya ruh verecek hayatiyetine kavuşmasının yolu da, her hâl ve şartta hakikatin bayrağını yere düşürmeme mücadelesi vermesinden ve dünyada bu mücadeleye yeniden öncülük etmesinden geçiyor.
Aslolan hakikat, gerisi teferruat zira.