“
angi üniversiteyi tercih edelim?
” diye sorulunca, “
” diye cevap veririm, her zaman.
Önce İstanbul; çünkü İstanbul bütün
uğradığı tecavüze ve maruz kaldığı yıkıma rağmen hâlâ Türkiye’nin kalbi ve hâlâ dünyanın en güzel şehri.
Önce İstanbul; çünkü
şehir en iyi öğretmendir.
Şehir insandır çünkü; hem insanın aynasıdır hem de insanın eseri. Şehir insanla konuşur. İnsana konuşur.
Duyar mı insan şehrin konuşmasını?
Ruhu varsa, ruhsuzlaşmamışsa, elbette duyar.
ÖNCÜ HOCALARIN DİZİNİN DİBİNE OTURMAK!
Ama ben üniversite tercihimi şehre göre yapmadım; insana göre yaptım; şehre şeklini ve ruhunu veren insana göre.
Bir hocanın peşine takıldım:
gün geçtikçe nasıl bir dehâ olduğu daha da çok anlaşılan
Jean Baudrillard’ın öğrencisi olmuş Oğuz Adanır’ın peşine takıldım
ve soluğu İstanbul yerine İzmir’de aldım.
Oğuz Hoca, yalnızca Baudrillard’ın öğrencisi olmamıştı Paris’te. Freud’den sonraki ve Freud’ü en iyi eleştiren psikanalistlerden birinin,
’ın;
film estetiği ve psikolojisi
üzerine ciltler dolusu kitaplar yazmış Jean Mitry’nin; ve
film semiyolojisinin kurucusu Christian Metz’in
de öğrencisi olmuştu.
Böyle bir hocanın dizinin dibine oturulurdu.
CAHİT ZARİFOĞLU’NUN BÜYÜK RÜYALARI VE TÜRKİYE’NİN SAHİCİ, SAMİMİ YILLARI...
Oturdum ama hep oturmadım; yaz tatillerini 5 aya çıkararak İstanbul’da rahmetli
Ağabey’in
adlı film şirketlerinde çalıştım 1980’lerin ilk yarısında.
Bir iki tane film şirketi vardı “yerli” ve “millî” bu ülkede o zamanlar! Sadece bir iki tane!
Şimdi çok da, ne işe yarıyor ki, diye sormakta da haklısınız tabii!
Dün bir iki film şirketimiz vardı kalbimiz gibi baktığımız, yüreğimizi katarak çalıştığımız ve yaşattığımız... Bu bir iki film şirketinin
öncü insanlarının samimiyeti, sahiciliği, dürüstlüğü, yaratıcılığı, hakikatliliği her şeye bedeldi
; yaptığımız bütün güzel şeylerin kaynağı idi.
Ajans 1400’de
Ağabey de vardı;
Ağabey de,
Ahmet Beyazıt, Tuncay Öztürk
ve
Ağabey de.
Şenol Ağabey hariç hepsi dâr-ı bekaya göçtü bu öncü, güzel insanların.
Sözü getireceğim yer şurası: İş yerimiz Mecidiyeköy’ün merkezindeydi. Akşamları Cahit Ağabey’le beraber çıkardık işten. Cahit Ağabey koluma girer, kolumu sımsıkı kavrar, benimse her yanımı, bütün vücudumu terler basar, büyük rüyalarını anlatırdı bana yolda otobüs durağına gidinceye kadar... Zaman zaman durur, gözümün içine bakarak konuşurdu...
Bu unutulmaz zamanların en unutulmaz anları nedense Ramazan dönemlerine ait olanlardı: Oruçlu oruçlu, Cahit Ağabey’in anlattığı büyük rüyalar, sanki gerçekmiş, gerçekleşecekmiş gibi gelirdi bana. Ya da şöyle söyleyeyim:
Cahit Ağabey o kadar içten, o kadar yürekten, o kadar inanarak anlatırdı ki rüyalarını, inanmamak imkânsız gibi bir şeydi.
RAMAZAN’IN VE SAHİCİLİĞİN LEZZETİ HER YERE SİNERDİ...
Sadece Cahit Ağabey’in Ramazan’da anlattığı o büyük rüyaları sahici değildi; Ramazan’lar da sahiciydi, çok güzeldi, lezzet verirdi. Sahiciliğin, samimiyetin lezzeti!
Akşam üzeri, iftara 40-45 dakika kala tıka basa dolan
yerimizi aldığımızda,
herkesin ağzının, yüzünün, gözlerinin, ruhunun oruçlu olduğunu görürdüm.
Herkesin elinde yolda oruç açmak için bir şeyler vardı; iftar vaktinde otobüsteysek, asıl şölen o zaman başlardı: Herkes birbirine bir şeyler ikram ederdi:
Otobüste, eve dönerken açılan oruç, otobüsü devâsâ bir eve, tabir câizse, kutsal bir mekâna dönüştürürdü.
Mecidiyeköy’ün göbeğinde hem de!
Lokantalar kapalıydı; açık olanlar perdelerini çekerdi.
Ramazan’ın havası her yere siner, sirayet eder, herkesi sarıp sarmalar, bir potada, kalplerin aynı anda attığı bir rotada buluşturur, ülkeyi bir noktada, oruçta kenetlerdi birbirine.
Orucun havası vardı; bu hava, bu manevî hava herkesi sarıp sarmalar, kanatlandırır, kuş gibi hafifleterek uçururdu... İnsanların gülen gözleri’nden okunurdu bu.
Şimdi, oruçtan da, dolayısıyla bu ramazan havasından da eser kalmadı memlekette.
Şehre Ramazan gelmedi gibi sanki.
Fatih’te, Eyüp’te, Üsküdar’da bile kalmadı bu hava: İnsanlar, fosur fosur sigara içiyorlar! İnadına yapıyorlar bazen. Bu kadar düştü, çözüldü bu toplum!
Oysa oruç, bu toplumun kardeşlik burcu, buluşma noktası, gelecek ufku sunduğu eşsiz güzelliklerle, doyumsuz, benzersiz manevî atmosferle.
Oruçtan da, bu atmosferden de eser kalmadı artık!
Üniversiteler oruç tutmuyor!
Devlet kurumları oruç tutmuyor!
Özel şirketleri söylemek bile gerekmiyor!
ORUÇSUZ KENT, RUHSUZ KENT ŞEHRİN SAMİMİYETİNİ ÖLDÜRDÜ!
Özetle,
ülkenin kreması orucu terketti. Orucun tadını, lezzetini, birleştirici, bütünleştirici, kaynaştırıcı gücünü bilmiyor ülkenin kreması.
Orucun manevî havası, ülkeyi bir arada tutuyordu; kalpleri yumuşatıyordu; merhamet merhamet bir sevgi büyütüyordu...
Oruç bitti, şiddet, saygısızlık, ruhsuzluk aldı başını bitti!
Dün şehir, Ramazan’la manevî bir havaya giriyor, arınıyor, kendini gözden geçiriyor, taze bir enerjiyle ve ruhla donanarak yeniden doğuyordu...
Ruhsuz kent, oruçsuz kent, ruhunu gömdü mezara şehrin çoktan...
Şehre Ramazan gelmedi gibi geldi gidiyor öksüz, garip ve yetim...
Ramazan geldiğinde şehre, şehir kendine gelecek yeniden.
Oruç, alelade (yememek, içmemek gibi) bir işlemle fevkaladeye ulaşma mevsimi. Bir yükselme iklimi.
Şehre Ramazan gelir mi, yeniden?
Biz kendimize gelebilirsek...
Duvara toslamak üzereyiz: Duvara toslayınca ayıkacağız; fikir ve oluş çilesi çekeceğiz
, bedel ödeyeceğiz, Müslümanlığı hakedeceğiz ve kendimize geleceğiz yeniden.
Gelmek zorundayız; çünkü mazlumlar bize bakıyor, tarih bizi çağırıyor...