Var elbette. Var ve çok berbat bir imge veya resim bu! Türk sineması adına sinemanın içinden zuhûr eden akımlar, Türkiye’nin kültür ve medeniyet birikiminden de, insanından da bırakınız beslenmeyi düşünebilmeyi, aksine, nefret eden, şeytanlaştıran, aşağılayan “kara sinema” hatta korku filmi resmi sunan akımlar! Sözgelişi, “ imam ” tiplemesini son derece aşağılayıcı ve aşağılık bir şekilde yapan sadece “ Vurun Kahpeye ” filmleri (ve tabiî romanı) bu ürpertici kendi resmi'nin, toplum, kültür ve medeniyet
Var elbette. Var ve çok berbat bir imge veya resim bu!
Türk sineması adına sinemanın içinden zuhûr eden akımlar, Türkiye’nin kültür ve medeniyet birikiminden de, insanından da bırakınız beslenmeyi düşünebilmeyi, aksine, nefret eden, şeytanlaştıran, aşağılayan “kara sinema” hatta korku filmi resmi sunan akımlar!
Sözgelişi, “
” tiplemesini son derece aşağılayıcı ve aşağılık bir şekilde yapan sadece “
” filmleri (ve tabiî romanı) bu ürpertici kendi resmi'nin, toplum, kültür ve medeniyet kavrayışının ne kadar
(=gülünç, kaba ve çirkin) olduğunu göstermeye yeter!
FASSBINDER’İN “ALMAN OLMANIN”, GODARD'IN “FRANSIZ OLMANIN” İZİNİ SÜRMESİ
nın kurucu ve ayrıksı yönetmenlerinden
Fassbinder, “Ben bir Alman’ım ve Almanlar için film yapıyorum”
demişti. Son derece “primitif, gerici ve Faşist”çe mi buldunuz yoksa Fasbinder'in bu sözünü?
Benzer bir cümleyi,
Fransız Yeni Dalga Sineması
'nın kurucularından felsefeden ve resimden çok iyi beslenen, kendisi de bir ressam olan
'dan da duyarsanız şaşırmayın.
Godard da, biraz felsefe yaparak, aynı şeyi söylüyor: “
Fransız olmanın nasıl bir şey olduğunu göstermeye çalışıyorum sinemayla
” demişti, Chaiers de Cinema dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda.
, çağdaş Alman düşüncesinde daha çok
: Eleştirel düşüncenin çağımızdaki gramerini çıkarmıştı Adorno.
Adorno'nun kapitalizm ve modernite eleştirileri, kapitalizmi de, moderniteyi de bütün kurumlarıyla meşrûlaştırmaktan başka
bir işe yaramadı, diyeceğim.
Öyle oldu çünkü fazlasıyla “aydınlanmacı”ydı (sığdı, felsefî derinlikten yoksundu). Kendi çelişkisini, ya da kendi diyalektiğini de barındırıyordu bağrında eleştirisinin:
Modernite'yi ve kapitalizmi
, moderniteyi, modern pozitivist bilimi doğuran, yeşerten, temellendiren
Fransız Aydınlanma düşüncesi'nin içinden eleştirince
, zemini terketmediğiniz için, zihin zeminde köksaldığından aydınlanmacı
eleştirinizin yeni bir dünya kurmasına imkân tanımıyor, aksine, eski dünyanın tamiratını yapmaktan başka bir şey yapmış olmuyordu.
'in de tam da böylesi bir eleştirel dil kurduğunu,
modern estetik ve haz biçimlerini tartışmaktan ziyade meşrulaştıran bir film dili geliştirdiğini
söyleyeceğim.
Aslında burada bir paradoks var:
Alman düşüncesi, Avrupa düşüncesinin derinliğini temsil eder Kant'tan Nietzsche ve Heidegger'e kadar.
Ama
Adorno düşüncede, Fassbinder filmde, bu derinlikli Alman düşüncesinden ziyade aydınlanmacı, sığ Fransız düşüncesinin izini sürer!
Nasıl büyük bir trajedidir bu Alman entellektüeli ve sanatçısı için, tahayyül edebiliyor musunuz bilmiyorum.
Ama Fassbinder'in “Ben bir Alman’ım ve Almanlar için film yapıyorum” cümlesi, bizi yakından ilgilendirdiği için yabana atılmamalı.
, konuşmayı seven bir adam: Marksist olması,
olması, “çenesine güvenmesine” yetiyordu, diyeceğim ironik bir şekilde.
Godard'da bir Fransız'da olmayacak bir derinlik, bir felsefe vardır.
Her ne kadar biraz mekanik ve ruhsuz gibi dursa da Godard'ın felsefî ve filmik derinliği teslim edilmeli.
Godard'ın sinemasındaki felsefì derinliğinin kaynağı ise Alman düşüncesidir,
dersem ne düşünürsünüz acaba?
, Nietzsche ve Heidegger üzerinden gelen
Alman düşüncesinin izini sürer
, Alman düşüncesinin gölgesinde ilerler…
Heidegger'i Fransa'da tanıtan, popüler yapan, felsefî tartışmalarda onsuz yapılamayacak kadar vazgeçilmez kılan adam çağdaş Fransız düşüncesinin -bence yanlış olarak- “babası” olarak görülen Sartre'dır.
Sartre, Fransız düşüncesinin babası değildir
; Heidegger'i tanıtmıştır ama başta kendisi Heidegger'i tanıyamamıştır, hakkıyla.
Heidegger'i tanıyan adamlar vardır Fransa'da: Derrrida,
tam da Heidegger’in izini sürmüştür düşüncesini inşa ederken. Kendisinin temellerini attığı ve popülerleştirdiği
dekonstrüksiyon / yapısökümü
akımının çağdaş
felsefedeki babası biraz Heidegger'dir, biraz da Nietzsche
, aslında.
GODARD: SİNEMANIN DERRIDA'SI
Ben
Godard'ı sinemanın Derrida'sı
olarak görmüşümdür hep: Derrida, kendi geliştirdiği dekonstrüksiyon akımı ve okuma biçimi'yle, çağdaş düşüncenin, zihin setlerinin dilini çözmüş, logosantrik (söz / mantık-merkezci) Batı düşüncesinin hakikati ne denli kontrol ve kolonize edici ve yutucu olduğunu göstermişti.
Jameson'ın,
olarak kitaplaştıracağı fenomeni en iyi kavrayan düşünürlerin başında geliyordu çağımızda. O yüzden
felsefede, dil'i, dolayısıyla zihni, bu hapishaneden özgürleştirmek için olağanüstü ve göz kamaştıcı, kışkırtıcı felsefî bir çaba ortaya koymuştu.
Derrida'nın dekonstrüksiyon çabası, Nietzsche veya Heidegger'de olduğu gibi felsefeyle sınırlı kalmadı,
sanat başta olmak üzere
bütün bir Batı uygarlığının zihniyet dünyasının yapısökümünü yapmaya odaklanan büyük bir projeydi.
Godard'ın sinemasının temel özelliği, her filminde bir dekonstrüksiyon çalışması yapması. Her filminde hem bildik konvansiyonları yıkan, putları kıran,
hem de her filmiyle yeni arayışlar ve buluşlar ortaya koyan yılmaz bir
hakikat araştırıcısıydı Godard.
Godard'ın etkisi, tıpkı o hararetli tartışmacı Maocu figür gibi, sarsıcıydı sinemada. Her filmi, olay oluyor, her filmi film dili üzerinde yeni düşünceler geliştiriyor, yeniden düşünmeye sevkediyordu bütün sinema çevrelerini.
“Sinema çevreleri” dediğime bakmayın… Bütün düşünce ve sanat çevrelerini diye de anlayabilirsiniz siz bunu.
Sinema, genelde çağın zeitgeist'ıydı, özelde ise çağın felsefesiydi çünkü.
Felsefe, sinemayla yapılıyordu.
O yüzen
Godard'ın sinema yaptığı bütün yenilikler ve buluşlar, ilkin felsefe çevrelerinde yankılanıyordu ve yankısını da buluyordu: Deleuze'ün varlığı, bir filozof olarak felsefesini sinema üzerinden inşa etmesi
bunun en çarpıcı göstergesiydi.
İşte
Türk sinemasını Godard'ı Ayşe Şasa'ydı.
Türk sinemasının sadece Godard'ı değil, Derrida'sı da, Deleuze'ü de Ayşe Şasa'ydı yine.
Hem
üzerine kafa yormuştu; hem de
bu topraklarda inşa edilecek bir film dilinin bu toprakların ruhunu nasıl kavrayıp hayata ve harekete geçireceği,
sinemaya aktaracağı, tam onun söyleyebileceği bir ifadeyle,
sinemamıza ruh üfleyerek sinemamızı ayağa kaldırabileceği
meselesi üzerine kafa patlamıştı.
Ayşe Şasa'nın bize bıraktığı bu entelektüel ve estetik mirasın izini
yarınki yazıda sürelim…
#Aktüel
#Kültür
#Felsefe
#Sinema
#Yusuf Kaplan