Müslümanlar olarak tarihimizin dönüm noktalarından biri, Tanzimat. Kaderimizin döndüğü ân. Tarihten uzaklaştığımız bir sürecin başlangıç noktası. Tarihi yapan bir aktör olarak İslâm medeniyetinin tarihten çekilmeye başladığı yok oluş sürecinin adı. Tarihin gündönümü vakti.
Tarihi yaşamadan tarihi yapamazsınız. Tarihten uzaklaşanlar, elbette ki, tarihi yapamazlar. Tarihi yapamayanlar, bu dünyada yaşadıklarını söylemesinler boşuna! Kendi kaderlerini kendileri belirleyemez onlar. Belirleyen değil belirlenen olurlar. Sürükleyen değil sürüklenen. Tarihi önüne katıp sürükleyen bir özne’den başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenen nesnelere dönüşürler.
Burada tarifini metaforik bir dille yaptığım süreç, tarihten uzaklaşma süreci, özgürlüğün yitirildiği, yok oluşun eşiğine sürüklenildiği anlamına gelir.
Mesele tarihe / zamana hükmetmek mi? Hatta sadece varolmak, hükmet mi meselesi insanlığın? Elbette ki hayır. İnsanlığın meselesi ne olduğunu bilmesi, ne olduğunu bilerek aslında bilmediğini idrak ermesi.
Tarihte var olarak, aslında bu dünyanın geçici olduğunu idrak etmesi, meselesinin var olmak değil, ne olduğunu, niçin burada olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini fark etmesi ve bu dünyayı aşması, bu dünyayı aşacak bir mâverâ yolculuğuna çıkması…
Şunu söylemek istiyorum: Bu dünyayı yaşamadan, bu dünyayı aşamazsınız. Bu dünyayı tanımadan, tanımadığınızı ilan edemezsiniz, tanımıyorum seni, diyemezsiniz. Çağ’ı tanımadan aslında bütün çağların birer ağ olduğunu, bu ağdan nasıl çıkılması gerektiğini idrak edemezsiniz. Tanırsanız, tanımlamaya başlarsınız. Tanımlarsanız, tarihi siz yapmaya başlarsınız.
Tarihi yapmanın yolu, tanımaktan ve yazmaktan geçiyor. Tarihi yazamazsanız, tarihi aslâ siz yapamazsınız. Tarihi yapanlar tarihi iyi tanıyanlar ve yazanlardır.
Biz içinde yaşadığımız tarihin dışındayız: İçinde yaşadığımız tarihi tanımadığımız için tarihi bizim yapabilmemiz mümkün değil. Tanımadığı şeyi nasıl tanımlayabilir ki, insan?
Çağrınızla çağ’a girebilirseniz, çağ’ın devâsâ ağ’larla bütün insanlığı kuşattığını ve esiri yaptığını görebilme imkânına kavuşabilirsiniz. Çağrı’nız sadece sözden ibaret olmamalı ama! Çağrınız, çağını kuracak kadar fokur fokur kaynamalı içinizde ve sizi yerinizde durdurtmamalı, hop oturtup hop kaldırtmalı, çağa isyanla doldurtmalı, kendi çağının çağlayan yeşertecek yol haritasını heybesinde taşıyor olmalı bütün heybetiyle.
Çağrı çağını bağrında yaşıyor ve taşıyor olmalı. Çağrı, bağrından çıkarak çağını kuracağı zamanı besleyip büyütüyor olmalı kalbin ritimleri gibi atıyor olmalı ruhunun nefesi çağrının. Nefesi, sese, sesi nefese dönüştürecek kadar diri olmalı çağrı bağrında insanın.
Zamana şekil vereceği, tarihe gireceği ve yönlendireceği ânı bekliyor olmalı…
Zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda bir gençlik, derken üstad Necip Fazıl, tarihi / zamanı tanımanın ve tanımlamanın tarihi yapmanın yegâne şartı olduğunu biliyordu. Tarihi tanımanın ve tanımlamanın yegâne şartının da çağını kuracak uzun soluklu bir yolculuğa çıkaracak bir çağrıya, bir anlam, kavram ve yol haritasına sahip olması gerektiğini de.
Geleceğim yeri tahmin ediyor olabilirsiniz: Biz, ne başımıza ne gediğini, ne çağımızın aslında devâsâ bir ağ olduğunu ne de buradan nereye gittiğimiz bilebiliyoruz.
Sürükleniyoruz sadece... Ama sürüklendiğimizi de bilmiyoruz. Ne çağı tanıyoruz, ne başımıza ne geldiğini bilebiliyoruz, ne de sürüklendiğimizi görebiliyoruz.
Sadece Müslümanlardan söz etmiyorum burada. Bütün insanlıktan söz ediyorum.
Bütün insanlık bir yakana teslim. Güle oynaya bir oraya, bir buraya doğru sürüklenip duruyor yalnızca. Çağımızın insanı diğer çağların insanından ayıran ayartıcı nokta da burası işte: Sürükleniyor sürüklendiğini göremiyor. Büyük bir belirsizlik çukuruna sürükleniyor hızla ama hayata hız, haz ve ayartı hükmettiği için yaptığı şeyin sürüklenmek olduğunu göremiyor.
Çağımız dromokrasi çağı. Duyma, düşünme ve harekete geçme melekelerimizi buharlaştıran bir güle oynaya yok oluş ama yaşanan şeyin bir yok oluş serüveni olduğunu idrak edemeyiş serüveni.
Bütün bunları niçin yazdım?
Şunun için elbette ki: Başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. Ülke olarak da, insanlık olarak da başımıza gelen şeyin ne olduğunun farkında değiliz. “Kaos” diyoruz. “Belirisizlikler” diyoruz. “Üçüncü Dünya Savaşı’nın gelişi,” diyoruz. Ama yaşadığımız şeyin ne olduğunu tarif etmiyor bu yaptığımız tasvirler.
Yaşadığımız şey, önce pasif nihilizm’dir, arkasından ya aktif nihilizm gelecek ya da insanlık silkelenip kendine gelecek ve dirilecek.
Pasif nihilizm, insanın kendine, dünyaya, çevresine, insanlığın sorunlarına yabancılaşması, duyargalarını yitirmesi, duyma, düşünme ve harekete geçme melekelerini kaybetmesi ama burada anlattığım şeyi aslâ idrak edememesi, sadece ve sadece esen rüzgârlara göre oraya buraya sürüklenmesi... Canlı cenazeye dönüşmesi.
Canlı cenaze, dünyada en çok bizi tarif eden bir metafor: Tanzimat’tan itibaren yaşadıklarımızla geldiğimiz son nokta. İki asırlık yok oluş serüveni.
Yaşadığımız iki asırlık tecrübe, pasif nihilizmin zirvesi, en ürpertici noktası: Mankurtlaşma.
Dünyada bizim kadar mankurtlaşmış, nereden gelip nereye doğru sürüklendiğini bilemeyen, bu yetmiyormuş gibi düşmanlarına yani cellatlarına âşık olan ikinci bir toplum yok.
Almanlar, Yahudilerin kölesi olduklarını biliyorlar son çeyrek asırdır. Alman halkı değil Alman entelijansiyasından söz ediyorum burada. Oysa bizim, başımıza ne geldiğini de, dünyayı da iyi tanıyan bir entelijansiyamız bile yok.
Türkiye’nin İslâm’ın bayraktarlığını yaptığı için Türkiye olduğunu, bu toprakları bize İslâm’ın vatan yaptığını, İslâm’ı yitirdiğimiz zaman bu toprakları da, bu topraklarda yaşayan insanları da kaybedeceğimizi de bilmiyoruz bile.
İslâm bizim varlık sebebimiz ve tarih yapma irademiz. Biz Müslüman olduktan sonra tarihe girdik, dünya tarihini yapacak muazzam bir irade, tarih yapma iradesi geliştirdik.
İşte Tanzimat’la birlikte yitirdiğimiz şey bu: Tarih yapma iradesi. Kendine olan güveni kaybeden bir toplumda, tarih yapma iradesi kalır mı hiç?
Bunun sonucunda Tanzimat’la kendimizden şüphe ettik, Cumhuriyetle kendimizi inkâr ettik. Bütün bu zorlu sürecin bizi getireceği nokta elbette ki, intihar olacaktı.
Şu an hepimiz celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştüğümüz, dolayısıyla mankurtlaştırıldığımız için topyekûn, üstelik de güle oynaya intiharın eşiğine sürükleniyoruz...
Pasif nihilizm’in Türkiye coğrafyasındaki zaferi bu!
Buradan çıkış yolu yok mu, peki? Olmaz olur mu?
Çıkış yolu yarıda şifreli, gizli. Yazıyı dikkatle, hakkıyla idrak ederek okuyan okuyucu o şifreleri deşifre edecektir. Vesselâm.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.