Kültürel inkâr’dan kültürel intihar’a…

04:0024/06/2024, Pazartesi
G: 24/06/2024, Pazartesi
Yusuf Kaplan

Çok tehlikeli bir süreçten geçiyoruz… Ülkenin çocukları İslâm’ı terkediyor hızla. Dünyanın çocukları, Gazze’deki destansı direnişten ötürü İslâm’a hayran kalarak İslâm’a yönelirken, Harvard’ın, Chicago’nun, Colombia Üniversitesi’nin çocukları İslâm’a yönelirken, bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan, dünyaya adaletin, merhametin ve bir arada yaşamanın ne demek olduğunu öğreten aziz bir medeniyetin çocukları, bu toprakların çocukları İslâm’ı terk ediyor hızla ürpertici bir şekilde… ÇAĞI DA, KENDİSİNİ


Çok tehlikeli bir süreçten geçiyoruz… Ülkenin çocukları İslâm’ı terkediyor hızla.

Dünyanın çocukları, Gazze’deki destansı direnişten ötürü İslâm’a hayran kalarak İslâm’a yönelirken, Harvard’ın, Chicago’nun, Colombia Üniversitesi’nin çocukları İslâm’a yönelirken, bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan, dünyaya adaletin, merhametin ve bir arada yaşamanın ne demek olduğunu öğreten aziz bir medeniyetin çocukları, bu toprakların çocukları İslâm’ı terk ediyor hızla ürpertici bir şekilde… 


ÇAĞI DA, KENDİSİNİ DE TANIYAMAYAN, MANKURTLAŞAN BİR TOPLUM 

Bir toplumu ayakta tutan, geleceğe umutla bakmasını sağlayan, geleceğini kuran olmazsa olmaz dinamikler vardır: Müşterek inançları, değerleri, tarihi, dili, medeniyet tecrübesi, aidiyet biçimleri, müşterek hedefleri, hayalleri, idealleri ve gelecek tasavvurları gibi.

Bunları bir toplumun olmazsa olmaz, vazgeçilmez asgarî müşterekleri olarak tarif ediyoruz. “Din”, dil, kültür, tarih ve ortak gelecek tasavvuru ve ideali yok olmaya başlayan toplumlar, kendilerini de, içinde yaşadıkları çağı da anlayabilecek, analiz edebilecek, kritik edebilecek, yüzleşebilecek gerekli entelektüel donanımdan da, özgüvenden de yoksun olacakları için zamanla birbirlerine düşmekten, boşluğa sürüklenmekten ve kaçınılmaz olarak yok olmaktan, tarihten sürülmekten kurtulamazlar. 


BEN VE “ÖTEKİ”: İSLÂM VE BATI 

Türkiye’de sekülerizmin ne olduğu, nasıl doğduğu, dünyayı nereye sürüklediği ve Türkiye’deki algılanışı, tezahürleri, uygulanışı konusunda en çok yazan yazarlardan biriyim.

Yeni Şafak 1994 yılında yayın hayatına atıldığı günden bu yana Londra’dan, yerinden, sekülerizmin her bakımdan en güçlü ve ilginç uygulamasının yapıldığı bir yerden bizzat yaşayarak, görerek, soluyarak yazdığım yazılar dâhil, yazı ve fikir hayatımın yoğunlaştığı iki temel ekseninden biri genelde çağdaş dünya ve felsefî temellerinin arkeoloji / kazı ve jeneoloji / soykütüğü çalışması yapılarak görünür görünmez bütün yönleriyle anlaşılması, özelde ise çağdaş dünyanın en başta gelen kurucu temelini oluşturan sekülerizm sorunu’ydu.

İkinci eksen ise, İslâm dünyasının hâl-i pür melâli ve buraya nasıl geldiği, bu çıkmaz sokağa, tarihte yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet krizinin eşiğine nasıl sürüklendiği ve bu krizden nasıl çıkabileceği meselesiydi.

Özlü bir ifadeyle, çağ ve kendi’miz meselesiydi üzerinde derinlemesine kafa yorduğum iki temel varoluşsal meselem.


İSLÂM’LA DA BATI’YLA İLİŞKİMİZ SIĞ, SAHTE VE YÜZEYSEL 

Biz kimdik? Nereden nereye sürüklenerek buralara gelmiştik? İçinde yaşadığımız çağ, nasıl bir çağdı, bizim bu çağ’la kurduğumuz ilişki nasıl bir ilişkiydi?

Sonuçta yaptığım okumalar beni şuraya getirip bırakıverdi: Ne kendimizi biliyoruz, ne de çağı?

Çağ’ın da dışındaydık, kendimiz de olamıyorduk bir türlü.

Kendimizle ilişkimiz de, çağ’la / Batı’yla ilişkimiz de hem simülatifti (sahteydi); hem de grotesk’ti (sığ, sahte ve yüzeysel’di).

O yüzden iki arada bir derede sıkışıp kalmıştık, bir oraya bir buraya doğru yuvarlanıp duruyorduk.

Müslümanlığımız da sahici değildi, sekülerliğimiz ya da modernliğimiz de. Çilesi çekilmiş, bedeli ödenmiş bir Müslümanlık da, sekülerlik ya da modernlik de değildi. Yapaydı, sığ, sahte ve yüzeysel’di.

Bu çok tehlikeli bir durumdur bir toplumun şimdi’si ve geleceği için: Toplum toplum olma özelliklerini; yoğun bir fikrî çabanın sonunda özümseyerek, çilesini çekerek, bedelini ödeyerek yani hak ederek kazanamamış demektir. Hakikat değil sahte hükümrandır orada. Hakikatin değil sahtenin kavgası veriliyor demektir o noktada. Bütün kavgalar da, gerçek değil, sahtedir ayrıca. Gerçek meseleler üzerinden değil, sahte meseleler üzerinden girişilen kavgalardır öylesi bir toplumda. Sahte bir toplum var, demektir orada. İnançları, değerleri, aidiyet biçimleri, tarihi, kurumları oturmamış, sığ, sahte, kolayca çatırdamaya hazır yeri ve zamanı gelince çökecek bir toplum var demektir.

Geçmiş’i ve şimdi’si belirsiz bir toplumun geleceği de karanlıktır. Geçmiş’i ve şimdi’si köksüz bir toplumun gelecekte kök salabilmesi, geleceğe uzanabilmesi de ham hayalden ibarettir.

Bu toplum nereden gelip nereye gidiyordu; daha doğrusu nereden gelip nereye doğru sürükleniyordu; en doğrusu da, aslında bu toplumun bir meçhûle, bir çıkmaz sokağa doğru sürüklendiğini biliyor, görüyor muyduk; sadece toplum olarak değil, ülkenin entelijansiyası olarak?

Ne olduğunu bilmeyen, nereden gelip nereye doğru gittiğini (açıkçası, sürüklendiğini bile) idrak edemeyen, çağı da, kendisini, kendi kültürünü, değerlerini, tarihini, medeniyet birikimini, ruhunu da tanıyamayan, tastamam metamorfoz yiyen, mankurtlaşan bir topluma dönüşüvermiştik iki asırlık modernleşme / sekülerleşme tarihimizin bizi getirdiği noktada. 


TÜRKİYE, KİMLİKSİZLİĞİNİN KÖLESİDİR! 

Şu an Türkiye köledir: Kimliksizliğinin kölesi. Yönünü, yörüngesini ve ruhunu yitirme çukuruna sürüklendiği için köksüzlüğünün kölesi. Bin yıl dünya tarihini yapan medeniyet dinamiklerini dinamitlediği ve çocuklarını mankurtlaştıran sömürgeci bir eğitim, kültür ve medya rejiminin esareti altında eğittiği (“öldürdüğü”) için tarihsizliğinin, ufuksuzluğunun ve geleceksizliğinin kölesi.

Tek kelimeyle: Laikçiliğin kölesidir! Laiklik değil laikçilik. Dokunulmaz kutsal inek ilan edilen laikçiliğin kölesidir bu ülke. Laiklik herhangi bir ideolojidir; laikçilik ise, o ideolojinin din haline getirildiği bir paganizm biçimi.

Laikçilik diye bir pranga geçirilmiştir boynuna Türkiye’nin! İnançlarını, değerlerini, tarihini, geleceğini imha ediyor toplumun bu “pranga”.

Eğitim, kültür ve medya rejimini kendi inançlarımız, değerlerimiz, tarih tecrübemiz, medeniyet ruhumuz ve dinamiklerimiz doğrultusunda silbaştan yeniden inşa edemezsek, toplumu kendi ellerimizle kendini, inançlarını, kültürünü, değerlerini, tarihini, medeniyet birikimini inkâr ederek intiharın eşiğine sürüklemekten başka bir şey yapmış olmayacağız!

Her zaman söylediğim gibi: Tanpınar, yaşadığımız modernleşme / laikleşme tecrübesini kültürel inkâr olarak tarif etmişti.

Bendeniz de bir adım daha öteye giderek şu tarihî uyarıyı yapıyorum: Bütün kültürel inkâr girişimleri kültürel intiharla sonuçlanır!

Benden uyarması.

Vesselâm.

#İslam
#Gazze
#Yusuf Kaplan