Çilekeş, büyük düşünür
, büyük soruların sorulamamasından muzdaripti.
Batı uygarlığı varlıkla, hayatla ve hakikatle ilgili yakıcı, büyük soruları sor/a/mamıştı.
Sorunları büyüktü. Hem de başa çıkamayacakları, anlayamayacakları kadar büyük!
Büyük ontolojik sorularla uğraşmak yerine daha gelip-geçici ve çoklukla da parça’lar üzerinde odaklanan epistemolojik sorulara yoğunlaştı
Socrates-sonrası Batı düşüncesi.
“İnsan nedir?” sorusunu sormadılar; insan nasıl bilebilir ve insan nasıl her şeye hâkim olabilir sorusunun izini sürdüler Batılı büyük düşünürler genelde.
İnsanın felâketin eşiğine sürüklenmesinin yapı taşlarını döşemek demekti bu, oysa!
, ne yapar, niçin yaratılmıştır? Bu
Niçin vardır? İnsan’ın bu dünya ile ilişkisi nedir?
İnsanın bu dünyadaki yeri ve rolü nedir?
Hayat nedir? Fizik dünyanın varlık dünyasındaki canlı hayatı, bitkiler ve hayvanların hayatı ile fizikötesi dünya arasında nasıl bir ilişki vardır; ilâhî olan’la ilişki nasıldır, nasıl tezahür eder?
Bu sorular da sorulmadı, öylece kaldı.
Sorulamazdı: Fizik dünyayı eksene alan bir “hakikat” kavramı sözkonusuydu; beşerî / fizik gerçekliği aşan, kuşatan, insanın hem Yaratıcı ile hem de kâinâtla irtibatını tesis ve temin eden
fıtrat kavramı yoktu Batı uygarlığında
. Kavramı olmayan şeyin kavranması da elbette ki zordu, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi.
BATILILAR, YANLIŞ SORULAR SORUYORLAR…
Batılılar, soru sormasını bilmiyorlar. İnsanın konumunu, ontolojik varlık düzeni içindeki yerini bilmiyorlar. O yüzden ontolojik varlık düzenini yerle bir etmekten çekinmiyorlar.
Mevzi’sini bilemeyen insanın mevzu’sunu hakkıyla bilebilmesini, idrak edebilmesini beklemek abesle iştigaldir.
İnsanı tanrısallaştırarak ontolojik varlık düzenini bozdukları ve dolayıyla insan mevzisini yitirdiği için (meselâ varlık ve hakikat gibi) hayatı anlamlandırmayı mümkün kılacak temel mevzulara açıklık kazandıracak esaslı sorular, büyük sorular sormasını bilmiyorlar!
Yanlış soruların izini sürüyorlar!
Yanlış soruların izini sürerek doğru yere varmak mümkün mü?
Batılıların, varlığa, hakikate, insana ve Tanrı’ya ilişkin sordukları sorular, esas itibariyle yanlış sorular.
Ontolojik alanı kuşatan, anlamlandıran, anlamayı mümkün kılan temel / niteliksel sorular değil, epistemolojik alana indirgenen, hakikati epistemolojik alana hapseden tâlî / ikincil dolayısıyla niceliksel sorular.
Niceliksel sorularla niteliği, niteliğin (=varlığın ve hakikatin) dünyasını anlamak, idrak etmek mümkün mü?
Araçları amaçların önüne geçirerek hakikatin izini süremezsiniz
, aksine hem hakikatin izini sürme çabasını imkânsız hâle getirirsiniz hem de daha da vahimi, insanın, ürettiği araçların kölesi olmasını önleyemezsiniz.
Önleyemezsiniz; çünkü varlığın hakikat düzenine ait büyük soruları ihmal etmek hayatı da, hakikati de imha etmekle sonuçlanacaktı’r, kaçınılmaz olarak.
TEHLİKE BÜYÜK, ARAYIŞLAR DA BÜYÜK
Batılıların dünyası büyük soruları sorduracak kadar derinlikli, ötelere kanat çırpan, bütün varlık düzenini kuşatan, kucaklayan, hepsine kapı aralayan
değil. Bütün dünyaları, bu dünya. Her şey bu dünyadan ibaret.
Geçici olan’la kalıcı olanın izini sürebilir misiniz, kalıcı bir şey inşa edebilir misiniz?
Büyük soruları soramazsanız küçük soruların, sizi oyalayıp durmasını, başınıza büyük sorunlar açmasını önleyemezsiniz
Hayat sâbitelerle değişkenler arasındaki diyalektik ilişkinin etrafında dönüyor…
Sâbitelerle değişkenleri birbirine karıştırmayan bir dünya insanlığın hakîkî anlamda nefes alabildiği, nefes verebildiği ve hatta nefes olabildiği bir dünya olabilir.
İnsanın varlığı tehlikede.
Tanrı fikrini yitiren, hakikat fikrini yitiren, tabiatı delik deşik eden, varlığın özünü, fıtratını tanınamaz hale getirecek kadar metamorfoza uğratan bir zaman dilimi, büyük sorular sormanın kaçınılmazlaştığı bir zaman dilimidir.
Evet insan türünün, gezegenimizin varlığı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya.
Tehlikenin, krizlerin büyük olduğu yerde, arayışlar da kapsamlı ve büyük olur.