Ruhumuzu, geleceğimizi, hayallerimizi, rüyalarımızı yok ediyorlar: Kendi çocuklarımız, elimizden kayıp gidiyor… Çocuklarımızı bizden koparıyorlar…
Çocuklarımıza hiçbir heyecan, coşku ve ufuk sunamayan, sömürgeci,
; hiçbir gelecek vadetmeyen kör ve kötürüm, yoz ve yozlaştırıcı
; hayal göremeyen, rüyaları olmayan, bütün sermayesini daha çok “köşe döndürecek” bön ve berbat projelere yatıran sarsak ve asalak
, çocuklarımızı gözümüzün içine baka baka elimizden alıyor; bizden, bizi biz yapan her şeyden koparıyor el ele, kol kola, omuz omuza vererek…
Biz de seyrediyoruz çocuklarımızın gözümüzün önünde elimizden kayıp gidişini, yok olmanın eşiğine sürüklenişini…
İyi de nereye kadar sürebilir ki, bu
?
TÜRKİYE’NİN EN TEMEL SORUNU EĞİTİM SORUNU!
Türkiye’nin en temel, en hayatî sorunu, eğitim sorunudur. Eğitim sorunu, bir millî güvenlik meselesi katına yükselmiştir!
Türkiye’de sömürgeci emperyalistlerin bile yapamayacakları, yapmaya aslâ cesaret edemeyecekleri kadar çocuklarımızı kendi değerlerimizden, kendi dünyamızdan, kendi rüyalarımızdan, kendi medeniyet dinamiklerimizden uzaklaştıran, bütün iddialarını yitirmiş, bütün ideallerini kaybetmiş ilkel, ruhsuz, ufuksuz bir eğitim sistemi; yoz ve sığ bir kültür hayatı; yabancılaştırıcı ve yozlaştırıcı bir sanat ve fikir hayatı; ve her şeyi banalleştirici, berbat bir medya rejimi var!
Aberlard’ı, Racine’i, Lizts’i, Voltaire’i, Rousseau’yu, Balzac’ı, Descartes’i, Bergson’u, Derrida’yı, Godard’ı, Truffaut’yu öğretmeyen, bu kurucu figürlerin ürettiği ruhu solutmayan, gördükleri rüyaları her daim yeniden üretmeyen bir Fransız eğitim sisteminden, kültür ve düşünce hayatından, medya rejiminden söz edilebilir mi?
Bunyan’ı, Blake’i, Shakespeare’i, Locke’u, Hobbes’u, Byron’ı, Wordsworth’u, Elizabeth çağını, Victoria çağını, Turner’ı, Constable’ı öğretmeyen, yaşatmayan, yeniden üretmeyen bir eğitim sistemi İngiliz eğitim sistemi olabilir mi?
Bach’ları, Mozart’ı, Beethoven’i, Spinoza’yı, Luther’i, Kant’ı, Goethe’yi, Hegel’i, Nietzsche’yi, Husserl’i, Heidegger’i, Wagner’i öğretmeyen, yaşatmayan ve yeniden üretmeyen bir eğitim sistemi Alman eğitim sistemi olabilir mi?
Bu anaakım kurucu figürler Fransızların, İngilizlerin, Almanların iddialarının, ideallerinin, rüyalarının, hayallerinin ana kaynaklarıdır. Bu anaakım kaynakların dışında nice yan ve karşı-akım diyebileceğimiz isimler, ekoller, yaklaşımlar da var sözkonusu edilebilecek. Ama bu kadarı kâfî.
Biz bize gelelim… Ve başımıza nasıl bir taş düştüğünü görelim…
Davud-u Kayserî, Kadı Burhaneddin, Molla Gurani, Molla Fenarî, Gazâlî, Yunus, Mevlânâ, Merâğî, Itrî, Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Galip, Levnî, Karahisârî, Taşköprülüzâde, Kâtip Çelebi kimdir acaba? Ne söyler bize bu kurucu şahsiyetler bugün? Ne anlam ifade eder yarınımız için?
Çocuklarımızı geçtik; elitlerimiz, aydınlarımız, yazarlarımız için hangi rüyalara, hangi ideallere, hangi ufuklara, hangi yaratıcı atılımlara kaynaklık etmiştir acaba?
Kurucu şahsiyetlerini tanımayan, onlarla aynı rüyaları paylaşamayan, onların hayallerini, heyecanlarını, coşkularını, ideallerini, çilelerini, dertlerini yaşayamayan, hissedemeyen, soluyamayan, yeni hayallere, rüyalara, coşkulara, ideallere, iddialara dönüştüremeyen kuşaklar, kendilerini tanıyabilirler mi, dünyayı, dünyanın başka kültürlerini tanıyabilirler mi?
Kendisini, kendi dünyasını, kendi medeniyet ufkunu tanıyamayan, başkasını nasıl tanısın, başkasından nasıl yararlansın ki?
, kaç bin kez sahnelenmiş, yeniden yorumlanmıştır;
, aynı Yunan tragedyasını kaç kez yeniden sahneleme ihtiyacı hissetmiştir;
üzerine,
üzerine,
üzerine,
’lar üzerine,
üzerine,
üzerine kaç bin kitap yazılmıştır, kaç oyun sahnelenmiştir, kaç roman, şiir, felsefe metni yazılmıştır, kaç film çekilmiştir acaba, sayılarını bile bilebilmek o kadar zor ki şu internet çağında bile…
Ya peki, Merâğî kimdir, Levnî nedir,
ne der bize, bilenimiz var mıdır gerçekten?
Davud-u Kayserî, Kadı Burhaneddin, Molla Guranî, Molla Fenarî
bilinmeden, Osmanlı düşünce ve ilim hayatının nasıl teşekkül ettiği bilinebilir mi?
SÖMÜRGECİ EĞİTİM SİSTEMİYLE NEREYE KADAR?
Eğitim sistemimiz, sömürgecilerin yapamayacağı kadar tahribat yapıyor…
Kültür hayatımız, medya dünyamız kendi kültürümüze, sanatımıza, düşünce dünyamıza o kadar yabancı, o kadar ilgisiz, o kadar kör ve sağır, o kadar duyarsız ve hatta düşmanca tavır takınıyor ki, insanın çıldırırcasına haykırası geliyor, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diye…
Bizim ahlâk, estetik ve adalet ilkeleri üzerinden insanlığa sunduğumuz görkemli ama bir o kadar da mütevazı; gittiği her yere ruh götüren, hayat bahşeden; yüzyıllarca hem zamanı, hem mekânı fetheden kurucu şahsiyetlerimizin inşa ettikleri
kendi gök kubbemizi, kendi aziz medeniyetimizi tanımadan, yaşamadan ve yaşatmadan geleceğe ne söyleyebiliriz ki biz? Geleceğimizi nasıl teminat altına alabiliriz ki?
Çocuklarımızın ideallerinin, ruhlarının, rüyalarının ve hayallerinin öldürülmesini nasıl önleyebiliriz ki?
Kendi hayalleri olmayanlar, başkalarının hayallerini yaşamaktan, başkalarının hayallerinin kölesi olmaktan, dolayısıyla yok olmaktan kurtulamazlar.
Evet, bu yazı bir çığlıktır! Yürek yangınına dönüşen, yazarına 40 küsûr yıldır uykularını haram eden bir çığlık!
: Bu yazı 8 yıl önce yayımlanmıştı bu sütunda. Bu kez çığlığım belki karşılık bulur, diyerek yeniden yayımlıyorum minik rötuşlarla...