Türk sineması diye bir şey var mı? Bu toplumun medeniyet ruhunu ve ufkunu, tarihî derinliğini, kültürel zenginliğini ve estetik ilkelerini harekete geçirerek dünyaya özgün bir film dili armağan eden bir Türk sineması yok, ne yazık ki! ÜÇÜNCÜ SİNEMA: LATİN AMERİKA VE ÇİN SİNEMALARI ÖRNEĞİ Latin Amerika kültürü, medeniyet birikimi yerle bir edilmesine, antropolojik ölü kültürlere dönüştürülmesine rağmen, Latin Amerika’nın en temel kültürel ve estetik ortak paydası, müşterek dili, “ büyülü gerçekçilik
Türk sineması diye bir şey var mı?
Bu toplumun medeniyet ruhunu ve ufkunu, tarihî derinliğini, kültürel zenginliğini ve estetik ilkelerini harekete geçirerek
dünyaya özgün bir film dili armağan eden bir Türk sineması yok,
ne yazık ki!
ÜÇÜNCÜ SİNEMA: LATİN AMERİKA VE ÇİN SİNEMALARI ÖRNEĞİ
Latin Amerika kültürü, medeniyet birikimi yerle bir edilmesine, antropolojik ölü kültürlere dönüştürülmesine rağmen, Latin Amerika’nın en temel kültürel ve estetik ortak paydası, müşterek dili, “
”ten yola çıkarak hem ironinin, -daha çok da hicvin- hem de felsefî ve siyasî derinliğin damgasını vurduğu sarsıcı, muazzam bir Latin Amerika sineması geliştirilebilmiştir.
Üstelik de adına
denen,
Amerikan popüler / klasik sineması ile Avrupa ulusal / sanat sinemalarının dışında ve ötesinde üçüncü tarz bir film yapma, film dili kurma örneği
olarak kendisini
’ın kaleme aldıkları
Üçüncü Sinema Manifestosu
ile dünyaya sunan yepyeni bir film estetiği ve dili armağan edilmiştir.
Yine Çin’de bizdeki gibi bütün anlam haritalarını tam ortadan ikiye yaran, paramparça eden bir
modernleşme (kök-sökümü) tahribatı
yaşanmasına rağmen Çin bu kök-sökümü çalışmasını
çalışmasına dönüştürerek Çin’in beş bin yıllık medeniyet, kültür ve estetik birikiminden beslenen ama bu birikimi de içeriden olgun bir dille eleştiren bir film dili geliştirilebilmiştir. Adına
Beşinci Kuşak Sinemacıları
denen bu parlak yönetmenler / sinemacılar kuşağı, 1982 yılından itibaren Çin’in dünyaya özgün bir film dili armağan etmesini mümkün kılan büyük bir sinematoğrafik atılıma öncülük ettiler.
Aynı öncü atılımların
Japon sineması ve Afrika sinemasında
da gerçekleştirildiğini gözlemliyoruz.
Neredeyse
tarihten bilfiil çekilmiş olan Latin Amerika medeniyetleri
ve kültürleri, demek ki,
sinema, roman, şiir üzerinden bilkuvve hayata ve harekete geçirebilecek kadar keşfedilmeyi bekliyormuş,
keşfedildiğinde yeni bir film dili armağan edebilecek bir derinliğe sahipmiş.
NEDEN SADECE İRAN, FİLM DİLİ KURABİLDİ?
Dünyanın en doğusundan en batısına kadar insanlığın önemli medeniyet tecrübelerini temsil eden
Çin ve Latin Amerika medeniyetleri sinemada büyük atılımlara ve açılımlara imza atarken, İslâm medeniyetinin çocukları, neden üzerlerine neden ölü toprağı serpilmiş gibiler
ve sinemada, edebiyat ve sanatta büyük atılımlara imza atamıyorlar?
Bunun sebebi şu: İslâm dünyasına hem dışarıdan Batılı emperyalistler tarafından fiîlî olarak hem de içeriden Batılıların uydusu veya karikatürü Batıcılar tarafından zihnî olarak büyük bir saldırı gerçekleştirildi; en az iki asır süren
büyük bir yıkım yaşattı bu çifte saldırı:
Osmanlı durduruldu; Müslümanların hâkim ve çoğunlukta olduğu Hindistan parçalandı; Arap ve Türk dünyaları paramparça edildi; böylelikle
İslâm medeniyeti sürekliliğini yitirdi, tarihten çekildi.
Sadece İran’ın Şiî kültürel geleneği kesintiye uğratılmadı. Sünnî dünyanın kültürel ve entelektüel geleneği durduruldu, donduruldu ve etkisiz hâle getirildi.
İslâm’ın kurucu kaynakları sapasağlam ama bu kurucu kaynaklarla ilişki ve irtibat kuracak zihin, Müslüman zihni ve duyarlığı olmaktan çok uzak. Dünyaya Müslümanca bir zihinle, duyarlıkla, perspektifle bakabilecek zihin setlerinden mahrum. Sünnî dünya, kendi dünyasına yabancılaştırıldığı, kendi kaynaklarıyla üretken ilişkiler kurma imkânlarından uzaklaştırıldığı için, dünyaya bir şey söyleyecek durumda değil.
Henüz kendine gelemeyen bir Sünnî dünya, dünyayı kendine getirecek sözü nasıl söyleyebilir ki?
Ama Şiî dünyanın önü bu anlamda aslâ kesilmedi, İran’ın Şiî tecrübesi kesintiye uğratılmadan aynen devam ettirildi.
O yüzden İslâm dünyasında sadece İran dünyaya nasıl bir film dili sunulabileceğini ispatlamış durumda.
İran, kültürel ve entelektüel değerlerinden, estetik birikiminden beslenerek dünyaya farklı, nitelikli, özgün bir film dili sunmayı başardı.
AYŞE ŞASA’NIN DERÛNÎ SES’İ VE KANATLANDIRICI NEFES’İ
Ama bizim medeniyet mefkûremizi, kültürel ve estetik birikimimizi harekete geçirecek durumumuz da, böyle bir çabamız da maalesef yok.
İşte
Ayşe Şasa’nın tarihî, öncü ve kurucu rolü
burada devreye giriyor: Hem dünya sinemasını iyi tanıyan hem bu sinemanın beslendiği (
) bütün entelektüel kaynakları iyi bilen hem de bizim düşünce, kültür ve estetik kaynaklarımızı özümseyen bir film düşünürü ve senarist olarak A
yşe Şasa, Türk sinemasının hem sesi hem de nefesi oldu.
Hepimize ses verdi, nefes üfledi gitti bu dünyadan.
Kaynaklarımızı özümseyerek bizim nasıl film yapabileceğimizi gösteren düşünce, kültür ve estetik kaynaklarımızı hatırlattı bize. Bu toplumun
medeniyetimizin irfanî ve derûnî fikir kaynaklarını
nasıl özümsediğini,
mimarisinden ebrusuna, şiirinden görsel sanatlarına kadar
eserlerine ve davranışlarına nasıl özgün bir ruhla yansıttığını gördü ve bu ruhu “diriltecek”, bu ruhu evrensel bir sese dönüştürecek sahici bir nefes üfledi bize.
Türkiye’de kalple aklın buluştuğu,
olarak adlandırdığım bu ruhu nasıl hayata ve harekete geçirebileceğimizi, buradan nasıl evrensel bir film dili geliştirebileceğimizi gösteren bir yol haritası çıkardı önümüze.
Türkiye’de bu ruhu hakkıyla keşfeden ve dünyaya sunabilen çaplı yönetmenler çıkmadı.
Semih Kaplanoğlu’nun, Derviş Zaim’in, Mesut Uçakan’ın, İsmail Güneş’in bireysel çabaları
yeterli olmadı bunun için.
Nuri Bilge Ceylan, çok yetenekli bir yönetmen
ama bu toprakların ruhunu kavrayamadığı için bu toprakların medeniyet birikimden beslenen dünya çapında ses getiren bir film dili kuramadı, kurması da mümkün değil böyle gittiği sürece.
Kimse Anadolu’nun mayasını karan derûnî ruhu hakkıyla yakalayamadı. Zeki Demirkubuz’un birkaç önemli denemesi dışında.
Oysa dünyanın Anadolu ruhu diye tarif ettiğim akılla kalbin buluştuğu,
Yunus’ta, Mevlanâ’da söze, Sinan’da taşa, Karahisari’de harfe, Levnî’de suyun rengine ruh üflediği o güçlü, köklü kaynağı keşfedip yeni bir dille ve söyleyişle dünyaya sunmamıza dünya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştı.
Dünya hiç bu kadar bize gebe kalmamıştı, biz ise hakikate!
Ayşe Şasa’yı vefat yıldönümünde bu iki mütevazı yazıyla rahmetle, hasretle ve şükranla anıyorum.
#Aktüel
#Sinema
#Eleştiri
#Felsefe
#Yusuf Kaplan