Yazarlıktan doğan otorite veya otorite gerektiren yazarlık

04:0025/05/2022, Çarşamba
G: 25/05/2022, Çarşamba
Yasin Aktay

Her iki durum, söz söylemeye, karar vermeye dair ciddi bir cüretkârlık durumunu işaret eder.Bugün bildiğimiz, aşina olduğumuz felsefenin tarihini belirlemiş olan büyük filozofSocrates’tengelen bütün düşüncelere rağmen hiçbir düşüncelerini yazmamış olduğu bilinir. O felsefi hakikatlerin zengin fakir ayırt, aristokrat veya köle ayırt etmeksizin herkesin içinde mevcut olduğunu ve güzel diyaloglarla bu hakikatlerin gün yüzüne çıkarılabileceğini savunmuştur.En sıradan insanlarla bile sohbet ederek onlara

Her iki durum, söz söylemeye, karar vermeye dair ciddi bir cüretkârlık durumunu işaret eder.

Bugün bildiğimiz, aşina olduğumuz felsefenin tarihini belirlemiş olan büyük filozof
Socrates’ten
gelen bütün düşüncelere rağmen hiçbir düşüncelerini yazmamış olduğu bilinir. O felsefi hakikatlerin zengin fakir ayırt, aristokrat veya köle ayırt etmeksizin herkesin içinde mevcut olduğunu ve güzel diyaloglarla bu hakikatlerin gün yüzüne çıkarılabileceğini savunmuştur.
En sıradan insanlarla bile sohbet ederek onlara felsefi hakikatleri söyletmiştir.
O yüzden adı
“laf ebesine”
çıkmıştır, daha doğrusu “laf ebesi” deyimi onun bu deneyimini isimlendirmek üzere çıkmıştır.
Herkesin hakikate gebe olduğunu, aslolanın hakikatleri doğurtmak olduğu fikri ona nispet edilir.
Tam da bu düşünceye uygun olarak kendisi hiçbir düşüncesini yazmaya gerek görmemiş hatta yazmamıştır.
Hiçbir şey yazmamış olan biri nasıl oluyor da 2500 yıl sonra bile bütün felsefe tarihini etkilemiş düşünceleriyle anılabiliyor?
Bu düşünceler bize nasıl gelebiliyor ve aktaranların doğru aktarmış olduğuna nasıl emin olabiliriz?
Onun düşünceleri bize
Platon
’un ona nispet ettiği diyaloglarıyla, çağdaşı olan
Aristophanes
’in aktardıklarıyla, ölümünden 15 yıl sonra dünyaya gelmiş olan
Aristoteles
’in yine
Platon
’un anlattıklarına dayanarak yaptığı dolaylı anlatımlarla gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında
Socrates
’in sözünün veya düşüncelerinin bir metin olarak hayatta kalma biçimi, yazı veya metnin işlevi ve serencamı konusunda çok ilginç ilhamlar verir.
Socrates
’e atfedilen birbirine aykırı düşünceler vardır.
Kinizm ve hedonizm,
mesela, birer özgürlük ve mutluluk felsefesi olarak birbirinin zıddıdır ama
ikisi de Socrates’ten esinlenen tutum ve düşüncelerdir.
Bir yazılı eser bırakmamaya özel olarak özen göstermiş olan Socrates neyden kaçınmıştır?
Bu kaçındığı şey her neyse sonradan kendisine atfedilen düşüncelerin yazıya geçirilmesiyle, üstelik kendi kontrolünden çıkmış olarak geçirilmesiyle kendi başına gelmiş sayılmaz mı?
Onun yazarlıktan doğacak bir otoriteden mi kaçındığı yoksa otorite gerektiren bir yazarlık yeteneğine sahip olmadığını mı düşündüğünü bilebilir miyiz?

Hakikatin herkese ait olduğunu söylemekle böyle bir otoriteden kaçınmış olduğunu söyleyebiliriz ama doğurttuğu laflarla bir tür hedeflediği bir düşünceye doğru saf insanları manipüle ettiği eleştirisi de kolaylıkla akla gelebilir.

Her ne yapmışsa sadece bu bile felsefe deneyimi açısından son derece özgün ve kayıtlara onun ismiyle geçmeyi hak etmiştir.
Bugün
yazının mı şifahi sözün mü daha fazla otorite gerektiriyor olduğu
üzerinde düşünebiliriz mesela. Şimdiye kadar anlatılanlardan, yazarlık ve otorite ilişkisi dolayısıyla yazının daha büyük bir otorite olduğu anlaşılıyor. Oysa
Roland Barthes
’in bahsettiği
“yazarın ölümü”
, yazının bittiği andan itibaren okuyanın kontrolüne girdiğini söylüyor.
Yazma anında sergilenen bir karar ve bu kararın gerektirdiği otorite (author)
yazıya geçtiği andan itibaren artık okuyanın insafına, kişiliğine, yaşına, cinsiyetine, tarihine, niyetine, samimiyetine, tecrübesine bırakılmış oluyor. Yazarın anlatmaya çalıştığı şey her neyse ulaşacağı yerden ve zamandan kopmuş oluyor. Metinde kastedilen anlam ötelenmiş ve ertelenmiş oluyor.
Oysa sözde bu erteleme ve öteleme sözkonusu olmuyor. Anlam hemen o anda söyleyen ile dinleyen arasında orada gerçekleşmiş oluyor.
Bunun anlamın gerçekleşmesi açısından bir avantaj olduğu söylenebilir elbet. Nitekim tarih boyunca bütün söz-yazı karşılaştırması yapanlar sözün bu açıdan çok daha avantajlı olduğunu söylemişlerdir.
Ünlü Fransız filozofu
Jacques Derrida
ise neredeyse üzerinde mutabık kalınmış bu kabule ilk itirazı yapan kişi olmuştur.
Söz esnasında insanların birbirine aktardıkları şey anlam değil sözde veya dilde mündemiç olan paylaşılmış ideolojilerinden başka bir şey değil. Orada ideolojinin anlatımı yazıdan farklı olarak ertelemeden ve ötelenmeden dayatılmaktadır.
Bu dayatma bazen, nispeten eşit ilişkinin olduğu durumlarda karşılıklı olarak yapılmaktadır, ama eşitlik sosyal ilişkilerde çok nadiren gerçekleşen bir hadisedir. Genellikle sosyal iletişimde taraflardan birindeki otorite-iktidar diğerine nazaran daha fazladır ve ortamı domine eder, başka zeminlerde kabul edilemeyecek bir sözü bu küçük çaplı iktidarlar yoluyla diğerine kabul ettirir.
Sözün kabul edilebilirliği her zaman içerdiği hakikatin açığa çıkmasıyla olmuyor, sözü söyleyen sosyal konumuyla, zenginliğiyle, retorik, siyasi veya hiyerarşik üstünlüğüyle, mizahın gücüyle bizatihi sözün doğruluğunu da “buyurur”.
Mizah mesela en kabul edilmez saçmalıkları kitlelere hakikat gibi benimsetebilir.
Orada nasıl bir psikolojinin veya nasıl bir iletişim hadisesinin işlediğini ayrıca değerlendirmek gerekiyor.
İnsanın en ciddi konularda kendini bir mizah lakaytlığının kollarına bırakıp bütün sorularına kestirmeden bir yol bulması, en saçma sapan düşüncelerin şu veya bu yolla benimsenebiliyor olması, hakikatin tahrifatından başka bir şey değil, ama gelgelelim insanoğlunun bir trajedisi de budur.
Malul olduğu hususlardan biri de bu ve bu maluliyetten kurtulmak için çok daha güçlü bir teyakkuza ihtiyaç duyuyor.
Elbette bu süreç her zaman sorunsuz işlemez.
Otoritenin bu avantajının farkında olarak, ona karşı bir özgürleşme seyri de mümkündür, tabi bunu arzu edene.
#Socrates
#Platon
#Aristophanes