Yazarlıkla elde edilen bir otorite veya otorite olduğu için yazar olmak. Her ikisinin insanlık tarihi için ayrı getirileri, götürüleri vardır. Hiç kuşkusuz eskiden belli bir eğitimden geçmeyen, ilim irfan sahibi olmayan, uhdesinde insanlara anlatacağı şeyler taşacak hale gelmemiş olan insanların yazarlığı sözkonusu olamıyordu. Yazarlık konumuna girebilmek herkese açık olmayan uzun ve meşakkatli birseyr-ü sülukgerektiriyordu ve buna çok az insan girebiliyordu.Bugünse herkesin bu sürece kolaylıkla
Yazarlıkla elde edilen bir otorite veya otorite olduğu için yazar olmak. Her ikisinin insanlık tarihi için ayrı getirileri, götürüleri vardır. Hiç kuşkusuz eskiden belli bir eğitimden geçmeyen, ilim irfan sahibi olmayan, uhdesinde insanlara anlatacağı şeyler taşacak hale gelmemiş olan insanların yazarlığı sözkonusu olamıyordu. Yazarlık konumuna girebilmek herkese açık olmayan uzun ve meşakkatli bir
gerektiriyordu ve buna çok az insan girebiliyordu.
Bugünse herkesin bu sürece kolaylıkla girebiliyor olmasıyla övünen bir medeniyetimiz var. N
e kadar çok sayıda ve çok çeşitte kitabın yayınlanıyor olduğu, bir ülkenin kültür ve yazın hayatının övünç vesilesi-göstergelerinden biri olarak görülüyor. Çok sayıda yazar çok sayıda otorite demekse bunun hakikat alanında büyük bir çoğulculuğu da beraberinde getiriyor olacağını, böylece otorite olgusunun da iyice aşınacağını beklemek gerekiyor.
Yazarlık, neye yazacağına kolay karar verebilmeye de bir alan açtığı için çok da özel bir otorite gerektirmiyor.
Tıpkı yüksek sanat gibi yazarlık da iyice halka mal olmuş sayılabilir. Felsefenin
algısı açısından aslında belki yaşanan ciddi bir devrim.
Malum, Sokrates hakikatin aslında herkesin kalbinde, aklında yüklü olduğunu, bize düşenin doğru sorularla onu ortaya çıkarmak olduğunu söylüyordu.
Bu konuda kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktu. Oysa onun zamanında felsefe sadece aristokrat tabakanın yapabileceği bir şeydi.
Çünkü sadece onlar söz söyleme, hakikati ifade edebilme otoritesine sahiplerdi.
Hakikatin bütün insanların tecrübe ettiği bir şey olduğunu Yunan felsefe geleneği içinde ifade eden Sokrates’ti diyerek
hakikatin Yunan’da başladığını söyleyecek değiliz elbet.
Yunan’ın en ilkel saçma düşüncelerine insanlık için büyük dev adımlarmış gibi hayran hayran bakma modası bu sefer
acemi-otoriter filozoflarımız arasında yeniden nüksetmiş durumdayken
buna ufak bir kılçık atmamız vacip.
Sokrates’in bu bilgece tutumu bütün gelenekleri içinde zaten bilinen ve yaşanan bir bilgelik tutumuydu.
Hakikat elbette her insanın yaşadığı ve yaşayabileceği bir tecrübedir. Ona ulaşmak ise zannedildiği gibi her zaman büyük yöntemsel prosedürlerden geçmekle olmuyor. Kalp gözünü ve kulağını açmak yetiyor.
Tam tersine bütün rasyonel ve yöntemsel prosedürleri ince ince çalıştığı halde hakikate uzak kalmak çok mümkün.
Herkesin gıpta ile baktığı geniş bir bilgi birikimine sahip olup o birikimi getirip cahilce bir tutuma gömmek fazlasıyla mümkün ve alelade bir durum.
Örneği her zaman her yerde karşılaşılabilecek birşeydir.
Bir Arap dâhisi ve bilgesi sayılan
’nin Kur’an ayetlerini evirip çevirip, orasından burasından ölçüp-biçip, düşünüp-taşınıp kahrolası bir
ile
“bunlar geçmişlerin masalları”
demek derekesine düşmesi tipik bir durumdur. Aslında karşı karşıya kaldığı durum
bir durum değildir,
bilakis aksi yönde karar vermesi için bütün veriler, işaretler, ayetler önündedir.
Ama orada bilgisiyle sahip olduğu otorite konumunun çok kötü bir kullanımı sözkonusu.
Otorite olduğu için her sözü geçer hale gelen insanların bu otoriteyi kötü kullanması, en saçma ve ucuz fikirlerini insanlara pahalıya mal etmeye başlamaları da söz ve otorite ilişkisinin mutatlarından.
Ama mutat olan gittikçe daha da alelade hale geliyor. Çünkü başka birçok şey gibi otoritenin de bir süre sonra ciddi bir
haline gelebildiği bir çağdayız.
Varlık karşısında kendini müstağni görerek uygulanan otorite daha hırslı bir politik kârın nesnesi haline gelmekten kendini kurtaramaz.
Eskiden de hiç olmuyor değildir bu elbet. Ama günümüzde bunun bir endüstri konusu haline gelmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Yazarlıktan kaynaklanan otoritenin siyasi otorite karşısında basit bir endüstriyel araca dönüşmesi en arkaik
tipolojisinin günümüzdeki tezahürü.
Aklı Yunan’da doğmuş, orada kalmış olanlar veya aslında günümüzde bir matah gibi Yunan’ı keşfetmiş olanlar isterlerse bunu orada da görmekten mahrum kalmayabilirler.
Sofistlerin bütün işi retoriğe bağlayıp, bir meslek olarak
felsefeden elde ettikleri bütün otoriteyi isteyen herkesin hizmetine sunma profesyonelliği
ni tekrar düşünebilirler.
Bugün yazarlığa herkesin erişimi otoriteyi belki demokratikleştirdi, haksız otoriteyi aşındırdı diye sevinebiliriz.
Ama kuşkusuz
yazarlık dolayısıyla eskiden ortaya çıkan tabakalaşmanın, hiyerarşinin
tekrar başka araçlarla veya yollarla üretiminin önüne geçtiğini söyleyemeyiz.
Eline bilgisayar veya telefon klavyesi alan ve sosyal mecralarda aforizmalar döktüren herkesin kendini yazar görüp bundan mütevellit otoriteye talip olması, yine de
herkesin içindeki daha üst otoritelere boyun eğme güdüsünü
(isterseniz kula kulluk duygusu diyebilirsiniz) yok etmiyor.
Böylece
aynı zamanda başka bir yazarın, yazarı var kılan otorite ve boyun eğme ilişkilerinin başka bir düzeyde yeniden doğumuyla tamamlanıyor.
Ama elbette iş o kadar basit veya o kadar kötü değil.
Nerede bir kötülük çıkıyorsa ortaya, ona karşı özgürlüğe talip ve kadir bir güç ve irade de çıkar.