İslâm dünyasında hâlihazırda geçerli iki siyaset tarzı, iki siyaset ekseni var. Birincisi demokratikleşme yanlısı, halkların iradesini öne çıkaran bir siyaset tarzı. Diğeri de otokratik rejimlere dayalı,özellikle demokrasi süreçlerini karşı-devrimlerle, darbelerle boğmaya çalışan bir tarz-ı siyaset.Bu iki siyaset tarzının tarihi aslında çok derin ve genellikle İslam dünyasının belki Türkiye de dahil, tamamının siyaset tarzı ikincisidir.Ancak özellikle Türkiye’de 2002 yılından itibaren yaşanan sessiz
İslâm dünyasında hâlihazırda geçerli iki siyaset tarzı, iki siyaset ekseni var. Birincisi demokratikleşme yanlısı, halkların iradesini öne çıkaran bir siyaset tarzı. Diğeri de otokratik rejimlere dayalı,
özellikle demokrasi süreçlerini karşı-devrimlerle, darbelerle boğmaya çalışan bir tarz-ı siyaset.
Bu iki siyaset tarzının tarihi aslında çok derin ve genellikle İslam dünyasının belki Türkiye de dahil, tamamının siyaset tarzı ikincisidir.
Ancak özellikle Türkiye’de 2002 yılından itibaren yaşanan sessiz demokratik devrim, akabinde 2010 yılından itibaren başlayan Arap Baharı sözkonusu demokratik siyaseti ciddi bir seçeneğe dönüştürmeye başladı.
Bu seçenek zamanla otokratik rejimlerde ciddi bir tehdit algısı oluşturmaya başlayınca karşı-devrim süreçleriyle bunu durdurmaya başladılar.
Arap Baharı’nın başladığı yerdir Tunus.
Aslında biraz daha geriye gidip bunun Türkiye’de başlamış olduğunu bile söyleyebiliriz. Ama Türkiye’deki süreci 2010 yılının Aralık ayının 17’sinde Tunus’ta başlayan süreçten ayırt edebiliriz. 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve kısa sürede bütün Arap dünyasına domino etkisiyle yayılan
Arap Baharı, ne yazık ki eski siyaset tarzının entrikalarıyla, karşı-devrim ve komplolarıyla önce Suriye’de, sonra Mısır, Libya ve Yemen’de durduruldu.
Ancak devrimlerin durdurulmasının bedeli hiçbir yerde alternatif bir düzenin kurulması şeklinde olmadı. Aksine karşı-devrimlerin yaşandığı her yer bugün tam bir kaos içinde.
Demokratikleşme macerasına girmiş olmak dolayısıyla halklar adeta acımasız bir biçimde cezalandırıldı, cezalandırılmaya devam ediyor.
İşte
Suriye, işte Yemen, işte Mısır ve Libya…
Son zamanlarda Libya’da bir ikinci bahar rüzgarları Türkiye sayesinde esmeye başladı. Türkiye’nin Libya halkının talebiyle yaptığı katkıyla orada aynı eksenin desteklediği darbe engellendi ve Libya’da bütün Libya halkını kucaklayabilecek ve Libya’yı kendi halkına bırakacak bir siyasi süreç işlemeye başladı.
Yine de Arap Baharı’nın başladığı Tunus, aynı zamanda demokratik bir düzenin iyi kötü oturduğu ve işlediği tek yerdi.
Baharın devam ettiği tek yer, Arap devrimlerinin son kalesiydi.
O kalenin düşürülmesine o yüzden çok özel bir önem atfedildi darbeci güçler tarafından.
Bu güçler için Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı demokratik bir modelin varlığı, hayatta kalması bile yeterince rahatsızlık verici bir unsurdu. Onun için Tunus’ta demokratik sürecin darbeyle sonlandırılmasına ayrı bir önem veriliyordu.
Uzun süredir Tunus’taki devrimin bir darbeyle boğulması için özel çalışmaların varlığı bir sır değildi.
Bunun için aslında adım adım uygulanan bir program vardı. Öncelikle Nahda’nın demonize edilmesi, demokratik-parlamenter sürecin halka refah getirmediğine dair halkta güçlü bir izlenim ve bıkkınlık oluşturulması, ülkenin güvenlik krizlerine sokulması, yapay sokak gösterilerinin organize edilmesi vs. Bütün bu adımlar nihayetinde bir darbeye zemin hazırlığı için atıldı. Ancak yine de doğrudan ordunun müdahale ederek duruma el koyması beklenemezdi.
Belki başka yollarla işler zora sokulabilirdi ama darbe için seçilmiş bir cumhurbaşkanının kullanılması gerçekten de darbe düşüncesinin ne kadar entrikacı bir iş olduğunu gösteriyor.
Kendi meşruiyeti ve gücü halkın oyuna dayanan bir cumhurbaşkanının yine seçilmiş bir parlamentoya karşı darbe yapması her şeyden önce seçim sürecine karşı bir suikast. Böyle bir darbe bir ülke lehine, hatta seçilmiş bir cumhurbaşkanının o vasfıyla kendi lehine olamaz.
Çünkü böyle bir darbe cumhurbaşkanının kendi meşruiyetini de ciddi anlamda yok eder.
Cumhurbaşkanının meclisi tatil etmesiyle başlayan bu darbe kendini anayasanın 80. maddesine dayandırıyor. O maddede gerekli gördüğü taktirde, ki bu gereklilik ülkenin içinden çıkılmaz bir krize girmesi, yönetilemeyecek hale gelmesi, ciddi bir güvenlik krizine yakalanmış olması gibi durumları ifade eder, Cumhurbaşkanının alabileceği bazı tedbirleri işaret ediyor. Ancak hem ülkede böyle bir kriz veya yönetilemezlik yok hem de böyle bir karar mutlaka ülkenin diğer siyasileriyle istişare edilerek alınır. Ülkeyi yönetmek üzere işbaşında bulunan hükümetin önemli bir kısmı zaten yine bizzat Cumhurbaşkanı Kays Said tarafından atanmış ve
buna rağmen o, bu hükümete karşı adeta bir muhalefet lideri gibi davranarak onun çalışmasını fiili müdahalelerde de bulunarak engelliyordu.
Son derece tuhaf hareketlerde bulunan Kays’ın niyetinin bizzat kendi yarattığı durumdan bir kaos üretip hükümete el koymak olduğu aslında tahmin edilmiyor da değildi,
ancak yine de bunu yapabileceği düşünülmüyordu çünkü kendisi zaten cumhurbaşkanı iken ve diğer siyasi aktörlerle rahatlıkla çalışabilecek bir durumdayken böyle bir yola tevessül etmesi önce kendisine karşı bir darbe yapması anlamına geliyor
. Tabii ki bunun için bambaşka bir gündeminin olması gerekiyordu ki, var olduğu anlaşılıyor.
Kays Said aslında örnek olarak bizim Ahmet Necdet Sezer’i andıran bir profil.
Seçildiği güne kadar kendisini hiç kimse doğru dürüst tanımıyordu. Sezer’in tek referansı bir Yargı Yılı açılışında yaptığı demokratik mesajlarla dolu konuşma olduğu gibi, Said’e referans oluşturan da benzer bir biçimde milli, Fransız-sömürge karşıtı ve Filistin davasına bağlılık mesajlarını içeren bir-iki konuşmasıydı sadece. Bunların ona nasıl bir referans oluşturmuş olduğu ortada.
Said, iktidara geldiği andan itibaren halkından ziyade Fransa’yı temsil etme performansıyla şaşırtmaya başladı.
En son beklenmedik bir Libya ziyaretinde bulunmuştu, sebebini merak edenler kısa süre içinde bu gezinin sadece
Fransa adına bir tür büyükelçilik görevi kapsamında olduğunu öğrenince hayretler içinde kalmıştı.
Çünkü şimdiki Libya yönetimiyle iyi ilişkileri olmayan Fransa,
Tunus Cumhurbaşkanı’nı arabulucu olarak çalıştırmış oluyordu.
Neticede asla Tunus halkı adına ve Tunus halkının yararına atılmış olamayacak bu darbeden amaç demokratik süreçlere inancı bitirmek ve Tunus halkını kapıldığı demokratikleşme hevesinden dolayı bin-pişman etmek.
Demokratikleşme siyasetine karşı darbeci siyasetin aktörleri olan Fransa ve BAE ve SA adına böyle bir suikasta halkoyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanının alet edilmesi darbeleri üreten entrikacı aklın boyutlarını gösteriyor.
Ama bundan da öte sözümona çağdaş demokratik dünyanın İslam dünyasında tercihinin hiçbir zaman demokrasi olmadığını, her zaman darbelerle, anti-demokratik güçlerle işbirliği içinde olduğunun açık ikiyüzlü bir örneği ile daha karşı karşıyayız.
#Tunus
#Darbe
#Cumhurbaşkanı
#Fransa
#BAE