Söz ve yazı arasında hangisinin anlamı, doğru anlamı muhatabına iletmeye daha elverişli olduğu yönünde her zaman tekrarlayacak bir tartışma vardır. Bu tartışmada genellikle söz lehine argümanlar daha fazladır. Sözün anlamı burada ve şimdi muhatabıyla birlikte gerçekleşen bir iletişim olması dolayısıyla yazıya nazaran tartışılmazca daha avantajlı kabul edilir. Hatta aslında yazının da nihai amacı aslı söz olan bir iletişim olayını kayda almaktır. Yazıdaki bütün noktalama işaretleri de yazıya sözün
Söz ve yazı arasında hangisinin anlamı, doğru anlamı muhatabına iletmeye daha elverişli olduğu yönünde her zaman tekrarlayacak bir tartışma vardır. Bu tartışmada genellikle söz lehine argümanlar daha fazladır. Sözün anlamı burada ve şimdi muhatabıyla birlikte gerçekleşen bir iletişim olması dolayısıyla yazıya nazaran tartışılmazca daha avantajlı kabul edilir. Hatta aslında yazının da nihai amacı aslı söz olan bir iletişim olayını kayda almaktır. Yazıdaki bütün noktalama işaretleri de yazıya sözün tonlamaları, yanlış anlaşılma ihtimallerini bertaraf edecek şekilde yüklenmesi hedeflemektedir.
Yeri gelmişken,
Kur’an’ı Kerim kıraatinin tecvid kurallarıyla kayıtlanması da metnin yazı pasifliğinde bırakılmayıp söz gücünü sürekli yinelemesini sağlamakta olduğu muhakkaktır. İnsan okuduğunu kulağıyla da duymakta ve sabitlenmiş tecvid kurallarıyla yapılan okuma kişinin metin üzerinde kontrol kurmaktan ziyade metnin etkisi altına girmesini sağlamaktadır.
Genel olarak, söz, yazıya geçildiği andan itibaren kaybolabilecek gerçek iletişim ortamı olabildiğince korunmak üzere metnin üslubuna giydirilmeye çalışılır.
Ancak ne kadar istense de yazıya söz aracılığıyla gerçekleşen sözün gücü yüklenemiyor.
Çünkü sözün gücü anlatan ve anlayanın aynı ortamda, aynı gerçekliğin içinde ve doğrudan birbirleriyle etkileşerek sözü birlikte gerçekleştirmesinden ileri gelir.
Sözlü iletişimde anlamın gerçekleşmesi ertelenmemekte ve ötelenmemektedir.
Yanlış anlaşılma ihtimallerine karşı söz sahibi sözünü farklı tonlamalarla veya farklı taktiklerle yineleyerek sözü bir etkileşim, bir diyalog olarak gerçekleştirir.
Yazan kişi de aslında böylesi bir söz ortamı varsayar ve kendine göre okuyan kişinin okuduğu anda dediğini anlamasını sağlayacak tedbirler alır.
Ama yazısını yazdığı andan itibaren kimin okuyacağı, okuyanın hangi seviye, kapasite, yaş, cinsiyet ve tecrübeye sahip olabileceği ve hangi zamanda okuyacağı artık kendi kontrolünde değildir. Anlamın gerçekleşmesi artık ötelenmiş ve ertelenmiştir.
Söze geleneksel olarak atfedilen bu güce karşılık çok ilginç bir tarihyazımı, yazıyı tahakküm kurmanın ilk araçlarından biri olarak görmüştür. Sözlü ve yazılı kültür üzerine önemli analizleri ve tezleri olan yapısalcı antropolog Claude Lévi-Strauss, mesela, yazının ortaya çıkışı ile kölelik arasında doğrudan bir irtibat kurar.
“Hipotezim doğruysa” der “iletişim aracı olarak yazmanın birincil işlevi, diğer insanların köleleştirilmesini kolaylaştırmaktır. Yazının ilgisiz amaçlar için ve aklın bilim ya da sanatlar alanındaki tatminleri için kullanılması, onun icadının ikincil bir neticesidir ve hatta onun birincil işlevini pekiştirmenin, haklılaştırmanın ya da gizlemenin bir yolundan fazlası olmayabilir.”
(Lévi-Strauss, Tristes Tropiques: 292).
Nereden çıkarmıştır bunu bilinmez ama söze atfedilen gücü ve avantajı tasdik ve takdis eden bir yaklaşım olduğu muhakkak. Gereksiz bir heterodoksi veya bir şifahi-geleneksel kültür güzellemesi. Bu mantığa göre yazı, doğası gereği, ancak şehirli insanların, belli bir kültürel disiplinden geçtikten sonra belli bir düzene uyarak, bir uylaşıma dahil olarak gerçekleştirdikleri bir kurumlaşmadır. Mahiyeti ne olursa olsun bir disiplin gerektiren yazı, şehirli hayatın bütün kurulu hiyerarşilerinin yayılması için gerekli zemini de sağlarken, buna intibak edemeyecek olan kırsal kesim insanı üzerindeki ilk iktidarını bu temel düzeyden itibaren kurmuş olur. Ondan sonrası zaten nasıl kuruluyorsa öyle gider. Yazılı kültürün iktidarla zorunlu olarak buluşturulmasının en temel mantığı budur.
SÖZ DAHA MI ÖZGÜRLEŞTİRİCİDİR?
Yazının iktidarla özdeşleştirilmesi aslında yazının tarihsel ve toplumsal işlevi göz önünde bulundurulduğunda, sözün ve anlamın gerçekleşmesinin tabiatına vakfı olunduğunda çok aceleye getirilmiş bir çıkarsama
olduğu görülür. Nitekim
söze atfedilen bu özgürlükçü boyutun tam bir batı efsanesi olduğunu anlatır.
Sözün yazıya göre çok daha despotça iktidar ilişkilerini beslemeye daha yatkın olduğunu söyler.
Çünkü söz, söylendiği zeminde muhatabını rahat bırakmayan, ses tonunun, jest ve mimiklerin ve sözü söyleyenin hiyerarşik konumunun kendini bir baskı unsuru olarak hissettirdiği ve muhataba, sözü söyleyenin istediğinden başka türlü anlaşılmasına imkân vermeyen bir mahiyete sahiptir.
Söz esnasında gerçekleştiğini zannettiğimiz anlamın aslında insanların birbirlerine otoritelerini empoze ettikleri bir olaydan ibaret olduğunu iddia eder.
Çünkü şifahi ilişkide kaçınılmaz olarak devreye giren
retorik, hiyerarşik veya karizmatik üstünlükler doğrunun ne olduğuna karar vermektedir.
Söz içerdiği hakikat dolayısıyla değil, söyleyenin konumuna, yeteneğine, retoriğine, fennine, mizahına göre geçerlilik kazanır.
Şifahi kültürde, yani yazılı kültürün olmadığı geleneksel kültürde çok katı olan hiyerarşiler dolayısıyla söz genellikle tek taraflı olarak hakikati üretip yayar ve buna karşı direnmek çok daha zordur.
Ortada bir hukuki tartışma olduğunda ise şifahi otoriteye karşı koymak çok daha zordur.
Oysa yazılı kanun zayıf insanları da koruyacak referansı oluşturur, şifahi kültürün karizmatik veya geleneksel otoritelerine karşı insanları koruyabilecek bir imkân, bir sığınak sunar.
Yazı iktidarların okuma-yazma bilmeyenlere karşı kullandıkları bir silah olmaktan çok
iktidarın kendisini sınırlayan, onu kayıt altına alan, hareketlerinin denetlenmesini sağlayan, iktidar kullanımında keyfiliğe engel oluşturan bir imkân olmuştur.
Oysa sadece sözlü kültürle kurulan tahakkümü sınırlayabilecek, dolayısıyla kitleleri iktidara karşı koruyacak hiçbir güç olmaz.
Yazı aslında okuma-yazma bilmeyenlere karşı olmaktan ziyade devletlere karşı, halkın hukukunu koruyan bir imkândır.
#Kur’an’ı Kerim
#Claude Lévi-Strauss
#Jacques Derrida