Son günlerdeDiyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın Yargıtay Binasının açılışında “cübbesiyle” dua okuması üzerine hortlayan laiklik tartışmaları nasıl bir laiklik anlayışını geride bırakmış olduğumuzu bir daha hatırlattı.“Geride bırakmış” olmaktan söz ediyoruz, ama aslında laiklik adına ilkel, saygısız, marazi ve saldırgan bir tavrın nasıl her an yeniden nüksedecek bir yerde durduğu, canlanmak için fırsat kolladığı da görülüyor.Diyanet İşleri Başkanının dua okuması mı, bunu cübbeyle okuması
Son günlerde
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş
’ın Yargıtay Binasının açılışında “cübbesiyle” dua okuması üzerine hortlayan laiklik tartışmaları nasıl bir laiklik anlayışını geride bırakmış olduğumuzu bir daha hatırlattı.
“Geride bırakmış” olmaktan söz ediyoruz, ama aslında laiklik adına ilkel, saygısız, marazi ve saldırgan bir tavrın nasıl her an yeniden nüksedecek bir yerde durduğu, canlanmak için fırsat kolladığı da görülüyor.
Diyanet İşleri Başkanının dua okuması mı, bunu cübbeyle okuması mı, bunu Yargıtay’ın açılışında yapmış olması mı? Hangisi, hangi laiklik anlayışıyla sorun olarak görülebilir?
Açıkçası, bunların herhangi birinin sorun olarak görülmesinin laiklikle değil, aslında tamamen İslam düşmanlığıyla ilgisi var.
Laiklik birilerinin İslam düşmanlığını sergilemesi için öne sürülen bir kutsal söz gibi. Tam da bu noktada laikliğin laiklikle hiç alakası olmadığı yere, laikliğin din özgürlüğü değil dine karşı, bilhassa İslam’a karşı bir fobiye veya nefrete dönüştüğü yere tekrar gelmiş oluyoruz ki geride bırakılmış olan, olması gereken laiklik buydu. Laiklikle alakası olmayan laiklik yani.
Laiklik tartışmaları aslında uzun süredir gündemden düşmüştü. Üstelik bu gündemden düşüş laikliğin yok edilmesiyle değil, yerli yerine oturtulmasıyla, daha işlevsel hale getirilmesiyle sağlanmıştı.
Din ve vicdan özgürlüğü, yani dinde zorlama olmaması, hiç kimseye dini bir baskının yapılmamasının temini işlevi. Devletin kendi vatandaşlarına dini, felsefi ayırım yapmadan eşit hizmette bulunması, kimsenin inancını yaşamaktan, ifade etmekten ve bunu gelecek nesillerine eğitim yoluyla aktarmaktan men edilmemesi. Hangi inanç olursa olsun.
Eskiden yapılan uygulamaların bu anlamda bir laiklikle hiçbir alakası olmadığı gün gibi ortada.
Türkiye’de laiklik bütün dinlere karşı tarafsız, devletin din özgürlüğünün teminatı olması gibi bir çerçeveden çok uzaktı.
Bilakis Fransız laikçi anlayışının dahi kötü bir yorumu olarak dinin genelde bir hurafe olarak görüldüğü farklı bir felsefe, adeta farklı bir din gibiydi. Dinleri, bilhassa İslam’ı bir hurafe gibi görmeye dayalı laiklik anlayışı İslam’ı toplumsal ve siyasal hayattan tamamen silmek üzere çalışıyordu.
Laiklik farklı dinlerin birbirleri üzerinde bir baskı kurmasını engelleyen, din özgürlüğünü toplumsal düzeyde de gerçekleştiren bir düzenleyici ilke olmaktan da çok uzaktı.
Aslında Avrupa’nın siyasal tarihinde laiklik birbiriyle kavgalı dinlerin bir arada birbirlerini yok etmeden, ezmeden, zulmetmeden yaşamasını temin etmek üzere
bir sosyal barış projesi olarak gelişmişti
ve belki Fransa hariç diğer bütün Avrupa ülkelerinde, ABD ve Avustralya’da bu tarihselliğine uygun işliyordu.
O yüzden toplumun farklı unsurları arasındaki barışın teminatı olarak işleyen laiklik devlet ile dinin kavgalı değil işbirliği içinde olmasını gerektiriyor.
Bugün Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bir yargı müessesesinin açılışında dua eden bir rahip görüntüsü asla laiklik adına tartışma konusu bile yapılmaz. Bunu laiklik adına tartışma konusu yapanların aklıyla alay edilir.
Devletin de dinin de amacı adil, mutlu, huzurlu bir toplum oluşturmak olduğuna göre devletin dinlerle bir işbirliği içinde olması laikliğin bir gereği gibi kabul edilir. Kendisi zaten Anglikan kilisesine bağlı bir din devleti olan İngiltere’yi geçtik laikliği
daha nominal ve kurumsal olarak benimsemiş Almanya’da Protestan ve Katolik kiliseler arasında neredeyse eşit olarak bölünmüş toplumda bu devlet-kilise işbirliği çok açık görülür.
Devleti herhangi bir dini özgürlüğü kısıtlayacak yasa yapmaktan men eden anayasa hükmüne sahip
’ye gelmiyoruz bile.
Aslında Türkiye’de tam da bu laiklik çizgisine yeni gelindiği için laiklik tartışma konusu olmaktan uzun süredir çıkmış bulunuyordu.
Oysa geçmişte laiklik toplumsal barışı düzenleyici bir ilke olarak değil, bizatihi toplumsal barışı sürekli olarak tehdit edecek format ve içerikteydi. Halkın inanç ve değerlerine karşı adeta harici bir müdahale gibiydi, çünkü halkın inanç ve değerlerini, yani İslam’ı ve ona ilişkin bütün tezahürleri gericilik diye aşağılayarak bir sömürgeci ideolojisi gibi davranıyordu.
Dinler arasında hüküm verecek bir tarafsızlık konumundan çok uzak kendisi bizatihi bir din gibiydi. Kutsalları vardı.
Laiklik kavramının bazı laikçiler tarafından algılanışına ve telaffuz edilişine bir bakın isterseniz. Dine karşı bir din söyleminden farksız.
diyenlerin bununla ifade ettiği anlam ile bir insanın “ben Müslümanım!”, “ben Hıristiyanım!”, “ben Yahudiyim!” derken ifade ettiği anlam arasında neredeyse hiç fark yok.
Laiklik dinlerin birbiri üzerindeki baskılarına karşı bir tedbir olarak düşünülmüştü, ama bu algıya sahip insanların yönetimi altında laikliği, laiklere karşı koruyacak gerçek bir yaklaşım ihtiyacı hasıl olmuştu.
Son yıllarda bu ihtiyaç karşılandı, laikliğin topluma zararlı, toplumu tehdit eden boyutları giderildi. Gerçek işlevine kavuşturuldu ve bu haliyle aslında tartışma konusu olmaktan çıkarıldı.
Ama ne olduysa işte, bir cübbe, bir dua birilerinin nostaljisini depreştirince olanlar oldu.
#Ali Erbaş
#İslam
#Laiklik
#Türkiye
#Avrupa