Her toplumdan bir millet çıkar mı?

04:004/05/2022, Çarşamba
G: 4/05/2022, Çarşamba
Yasin Aktay

Yaşamakta olduğumuz birçok tartışmanın kökeninde aslında bu ve buna ilişkin başka sorular var. Bir toplum olabildik mi de bir millet olmanın şartlarını kovalayabiliriz? Bir toplumdan bir millet çıkarmanın şartları nelerdir ve her toplumdan bir millet çıkar mı? Siyaseti millet olma üzerinden mi, toplum olma üzerinden mi düşünmek daha sağlıklı?Toplumun kendi içinde bir bütünlük oluşturması, bu bütünlüğün bütün unsurlar tarafından paylaşılan bir düşünceye dönüşmesi bir toplumun millete dönüşmesinin

Yaşamakta olduğumuz birçok tartışmanın kökeninde aslında bu ve buna ilişkin başka sorular var. Bir toplum olabildik mi de bir millet olmanın şartlarını kovalayabiliriz? Bir toplumdan bir millet çıkarmanın şartları nelerdir ve her toplumdan bir millet çıkar mı? Siyaseti millet olma üzerinden mi, toplum olma üzerinden mi düşünmek daha sağlıklı?

Toplumun kendi içinde bir bütünlük oluşturması, bu bütünlüğün bütün unsurlar tarafından paylaşılan bir düşünceye dönüşmesi bir toplumun millete dönüşmesinin en önemli aşamasını oluştursa gerek.
Millet aşamasına bile gelmeden toplumun kendi içinde birbirine bağlı ve kendi aralarında bir
toplumsal işbölümü
mantığı içinde organik bir ilişkiyle bağlı olduğu düşüncesi
Durkheimci sosyoloji
nin toplum hakkındaki en önemli tasavvuru olmuştur.

Toplumun özellikle kentleştikçe birbirine daha bağlı hale gelmesi, kentsel işbölümünün ürettiği bir tür zorunluluk olarak da düşünülmüştür. Gerçekten de köylere nazaran kent ortamında insanların birbirlerine kaçınılmaz olarak alabildiğine bağımlı hale gelmeleri çıplak gözle de görülebilen bir sosyolojik sonuçtur. Aslında bu bağımlılık ilişkileri toplumun ölçeği büyüdükçe ve karmaşıklaştıkça hissedilmez hale gelecek hatta kendini unutturacak kadar yoğunlaşır.

Buna mukabil daha büyük kentler, metropol özelliğine sahip kentlerde bireyselleşme veya bireysel davranış çok daha yüksek düzeylere erişir.
Burada insanlar aslında birbirlerine çok daha fazla bağımlı oldukları halde bu bağımlılıklarını o ölçüde de unutur, bireyselliğin hatta bireyciliğin en yüksek örneklerini sergilerler.
Sonuçta herkes aslında toplum içinde bir işlevi yerine getirmekte, bir görev ifa etmekte, bu göreviyle toplumsal işbölümü içinde bir rol almaktadır. Herhangi birinin görevini aksattığı bir durumda bütün toplumun hayatı etkilenebilir. Ekmeğini üretmeyen bir fırıncı, zamanında işe gelmeyen bir toplu ulaşım görevlisi veya şehre elektrik veren şebekenin basit bir çalışanı bile sistem içinde aksamaya yol açar.
Bir yanıyla
herkesin bağımlı olduğu bu kişinin kendisi de toplumun bir bireyi olarak başkalarına bağlı görevlerin hayatına kattığı kolaylıklar, imkanlar ve gördüğü ihtiyaçlar dolayısıyla başkalarına bağımlıdır.
Böylece toplumsal işbölümü herkesin herkese bağımlı olduğu bir alan olarak tasavvur edilebilir.
Ancak paradoksal biçimde kent hayatında bu bağımlılık ile bireyleşme/bencilleşme eş zamanlı olarak gelişiyor.
O yüzden bu bağımlılığı toplumda bir ahlaki norm haline getirmek, herkesin bu bağımlılık dolayısıyla kendi varlığına bir borçluluk, bir görev bilinci yüklemek çok önemli hale geliyor. Bu borçluluk ve görev bilinci yüksek değerlere atıf yapan bir medenilik seviyesiyle de sağlanabilir, milliyetçi bir ideal ile de.
Doğrusu bütün ilk sosyologların, onlardan da önce bütün toplumsal sözleşme teorisyenlerinin en önemli problematikleri birbirlerinden
“bu kadar farklı insanların nasıl oluyor da bir toplum oluşturabiliyor olduğu”
idi. Hobbbes’un en açık sözlü haliyle
insanı insanın kurdu
na benzettiği ve toplumsal düzeni ancak zorbalıkla, her birindeki tikelci uzlaşmaz çıkarları bir hizaya getirme arzusunun toplumu mümkün kıldığını söylediğini biliyoruz.
Rousseau
’dan
Locke’
a
Marx
’tan
Durkheim
’e diğer toplum düşünürlerinin de hepsi “toplum” denilen gerçekliğin nasıl mümkün olabildiğini anlamaya çalışmışlardır. Sonuçta fiili bir durum olarak insanlar bir arada yaşıyorlar, bu biraradalıktan bir bütüncül, ortak kimlik, ortak tarih, ortak din ve anlayış yanılsaması da ortaya çıkarılabiliyor.
Bu yanılsama toplumsal bütünlüğü varsayıyor ve bu varsayım insanlar tarafından bir şekilde paylaşılıyor.
Ne var ki toplum sathında yaşanan çatışmalar, gerilimler, gruplaşmalar ve bu grupların birbirlerine karşı pek de hayırhah olmayan tutumları bu bütünlük algısını sürekli olarak sorgu masasına yatırıyor.
Birbirine bu kadar çok diş bileyen unsurlarla dolu bir yapıya nasıl toplum diyebiliyoruz? Üstelik böyle bir toplumdan nasıl bir millet oluşabilir?
Çizdiğimiz tablo, kuşkusuz sadece Türkiye toplumuna ait bir tablo değil
. Toplum denilen gerçeklik, ortaya çıktığı her yerde onu bir arada tutmaya yarayan, tutmayı sağlayan etkenler kada
r onun nasıl oluyor da bir arada durabiliyor olduğu sorusunu sordurtan etkenlerle var oluyor.
Belki tam da bundan dolayı sosyolojik düşünce, toplumun bu farklılıklara, birbirine diş bileyebilecek nitelikte çıkarları ve ilgileri farklılaşmış ve çatışma halinde olan grupların veya bireylerin biraradalığını açıklamaya çalışır.
Başka bir deyişle sosyolojik yaklaşımların önemli bir kısmı toplumu “ulus” kavramında olduğu gibi homojen ve yeknesak bir bütünlük olarak ele almaktan ziyade bir farklılıklar ve çatışmalar alanı olarak tasavvur eder.
Yer yer bu çatışmaların topluma değişim ve ilerleme için rekabet ve dayanışma duygularını harekete geçiren bir motivasyon bile sağladığı keşfedilirken yer yer de bu farklılıkların toplumsal işbölümü için işlev bozuklukları yarattığının da altını çizmişlerdir.
Toplumsal bütünlük sorunsalı, siyasal beden bütünlüğü, büyük ölçüde siyasal bir sorun da olduğu için özellikle ulus-devletler çağında bütün devletlerin özel bir ilgi konusu olmuştur.
Ulusal bütünlüğün hangi temelde tanımlanacağı, bu tanımlamanın bu bütünlüğü sağlamaya yetip yetmeyeceği, bütün ulusal yapıların en önemli sorunsalıdır
. Sonuçta milliyetçilik araştırmalarının ortaya çıkardığı apaçık bir gerçek, ulusların devletler kurmasından ziyade silahlı yapıların veya devletlerin kendilerine uygun bir ulus yarattığıdır.
Yaratılan uluslar kaçınılmaz olarak bir toplumsal bütünlük veya bütünleştirme projesi içerir.
Toplumsal bütünlüğün hangi temelde sağlanacağı, bir araya getirilen insanların hepsinde bu ortak özelliğin ne kadar benimsendiği ve birleştiricilik hikayesine ne kadar inandırıldığıyla ilgilidir
. Ancak, en az bunun kadar bu bütünlüğü oluşturan unsurlar arasındaki farklılıkların ne kadar gözardı edilebildiğiyle de ilgilidir.
Belli bir unsurun belli bir yanının önplana çıkarılıp herkese mal edildiği ulus tanımları kaçınılmaz olarak ayırımcı olduğu için birleştirici olmaktan ziyade bastırıcı olmak durumundadır
ve bir ulus tanımı dolayısıyla
bastırılan
, sayısız örnekte gördüğümüz için artık diyebiliriz ki, bir kural olarak eninde sonunda
geri döner.
#Rousseau
#Locke
#Marx
#Durkheim