Ramazan ayı Kur’an’ın indirildiği ay, âlemleri yaratan, insanı da bir nutfeden yaratan yaratıcının insana yaratılışının sebebini açıkladığı mesajını da açıkladığı bir zaman.Nasıl yaratılmış olduğuna bakmaksızın insan yaratıcısına bir hasım olmaya kalkışıyor. Bırakınız gaflete, nisyana, aymazlığa düşmeyi, yürüttüğü üç buçuk aklıyla kendi varlığını kendi içinde olup biten bir şey görüp yaratıcı fikriyle didişmeye giriyor.Öldükten sonra dirilişi pek beğendiği, her şeye yeter gördüğü aklıyla düşünüp
Ramazan ayı Kur’an’ın indirildiği ay, âlemleri yaratan, insanı da bir nutfeden yaratan yaratıcının insana yaratılışının sebebini açıkladığı mesajını da açıkladığı bir zaman.
Nasıl yaratılmış olduğuna bakmaksızın insan yaratıcısına bir hasım olmaya kalkışıyor. Bırakınız gaflete, nisyana, aymazlığa düşmeyi, yürüttüğü üç buçuk aklıyla kendi varlığını kendi içinde olup biten bir şey görüp yaratıcı fikriyle didişmeye giriyor.
Öldükten sonra dirilişi pek beğendiği, her şeye yeter gördüğü aklıyla düşünüp taşınıp imkânsız görüyor. Hiç yoktan, şu hale nasıl gelmiş olduğunu görmezden gelerek zaten ilk büyük cehaletini sergilediğinin bile farkında değil.
Hiç yoktan yaratılmış olmanın içindeki mucizeyi, akıl-dışılığı, olağanüstülüğü atlıyor, toz-toprak haline geldikten sonra da olsa tekrar yaratılmayı daha zor görmeye başlıyor.
İnsanı dalaletten dalalete, dolayısıyla felaketten felakete sürükleyen,
en basit gerçeğe bile kör eden akıl budur işte.
Gözünü açıp etrafına baktığında gördüğü
her şey aslında imkânsız. Her şey bir mucize.
Kendi vücudunda kendi kontrolünde olmayan bir kalp, olağanüstü düzenlilikte bir kan dolaşımı, bir böbrek, bir ciğer, bir sinir sistemi, bir beyin, bir göz bir kulak…
Bedeninde muhteşem bir sistem var, kendine ait sanıyor, kendi kontrolünde bile değil, nasıl çalıştığı, nasıl işlediği hakkında doğru dürüst bir bilgisi bile yok.
Kendisine hazır olarak verilmiş, takır takır işleyen, her detayı olağanüstü bir mükemmellikte çalışan bir sistem, hatta sistemler var.
O bedenin içinde bile insan keşfe çıktığında her gün bilmediği yeni şeyler öğreniyor.
Aslında o bedenin herhangi bir noktasının farkına da ancak orada bir aksama oluştuğunda varıyor. Farkına varışı da
her şeyi bilmesi ve bütün bilgisine vakıf olması anlamına gelmiyor. Bütün insanlığın kendi bedeni hakkında biriktirdiği bütün bilgiler, biyoloji, anatomi, tıp bilimleri bu aksamaları gidermek için önce bu muhteşem sistemi keşfetmeye, bilmeye ve anlamaya çalışır da her aşamada aslında bu sistem hakkında ne kadar az şey bildiğini keşfetmeye devam eder. Yıllar önce Nobel ödüllü Alexis Carrel
l’in meşhur hayreti bu keşifler esnasında tekrarlamaya devam eder: “İnsan Bu, Meçhul”.
Kendisine bile meçhul olan insanın kendi yaratıcısıyla akıl yarıştırmaya kalkışması sadece zavallılığını gösterir.
İnsan kendisi hakkında ne biliyor ki? Bedensel varlığının bütün işleyiş sistemini çözse bile, ki ondan bile çok uzakta, bu sistemin neden, nasıl kurulmuş olduğunu yine kendisine “verilmiş” olan aklın sınırları içinde kalarak ne kadar bilebilir?
Kendi bedeninden çıkıp diğer varlıklara göz attığında da insanın her durumda hayretini mucip mucizelerle çevrili olduğunu görmemesi için ya gaflet veya dalalete düşmüş olması gerekir.
Gaflet, insanın umursamazlığı, dünya gailesine dalıp yaratılışını unutması veya aklını başkalarına teslim ederek, aklını kullanmaya cesaret etmemesi, başkalarının çok cazip, çok şatafatlı gelen sözlerinin büyüsüne kapılıp onlara teslim olmasıyla gerçekleşen bir insanlık durumu.
Kendi aklını kullanmak yerine yine kendi gibi başkalarının aklına teslim olmak, iradesini onlara bağlamak kula kulluğun yollarından biridir. Gazab edilmişlerin yolu.
Her gün dua ediyoruz Fatiha suresinde, Allah bizi o yola bizi saptırmasın diye.
Bir de dalalete düşmüş olanların yoluna saptırmasın diye dua ediyoruz.
Dalalet, tam da insanın kendi yaratılışını unutup, kendi bedeninin içinde işleyen milyonlarca işlemin hiçbirinin kontrolüne sahip olmadığı halde, kendisini kendine yeterli görmeyle başlayan bir istiğna hali.
O yüzden insan yaratılışına hitap eden Kur’an’ın insanlığa ilk sözleri “
” diyerek başlıyorsa, okumayı emrettiği ilk konulardan biri de insanın bir “
” tan yaratılmış olduğu
halde kendini kendine yeterli görmesindeki istiğnadır. Dalalete, sapkınlığa sürükleyen istiğna.
Koca koca adamların, büyük felsefecilerin, İslam’ı da bütün dinleri de pek iyi okumuş, Yunan’ı da Hind’i de İslam felsefesini de yemiş yutmuş akıldanelerin
bütün bilip öğrendiklerinin üzerine bir de bu istiğna haline ulaşmaları, aklın götüreceği tek yol değil elbet, üstelik bu sonuç elbette insanın kaçınılmaz bir trajedisi de değildir.
Gaflete düşmek de dalalete düşmek de kendi kendine işleyen bir kader değil, sadece bir tercihtir.
Aklın götürdüğü zorunlu bir sonuç zaten değildir.
Kur’an-ı Kerim Fatiha Suresi ile başlar, 7 ayetlik Fatiha Suresi de bu dua ile biter: “Bizi doğru yola ilet
, gazaba erdirilmiş ve dalalete düşmüş olanların yoluna değil.”
Kur’an’ı Kerim’in tamamı ise bir “hidayet kitabı” olarak, her gün namazlarımızda veya namaz dışında defalarca ettiğimiz bu duaya verilmiş bir cevaptır:
“Elif, lam, mim. Hiçbir kuşku bulunmayan bu kitap, muttakiler için bir hidayettir.”
Bir hidayet, evet ama herkes için değil, muttakiler için. Kimdir muttakiler? Bu soru Kur’an’ı doğru anlamak veya hakkıyla anlamak için açılacak bütün tefsir, yorum, hermenötik tartışmaları için de kılavuz bir sorudur.
#Ramazan
#Kur'an
#Alexis Carrell