“Filzoflar dünyayı hep yorumlamakla uğraştı, oysa aslolan onu değiştirmektir”diye yazmıştı Karl Marx,Feuerbach Üzerine Tezler’inin 11. sinde. Bu sözün sol için hep özel ama bir o kadar da çelişik bir anlamı oldu.Dünyayı değiştirecek eylem çağrısına cevap verelim derken giriştikleri eylemler-devrimler dünyayı kendi teorileri açısından bile daha kabul edilemez ve katlanılamaz hale getirdi.Sosyalist hareketin tarihi o yüzden ütopya arayışlarının totaliter, otoriter ters-ütopyaya dönüşümünün tarihidir
“Filzoflar dünyayı hep yorumlamakla uğraştı, oysa aslolan onu değiştirmektir”
diye yazmıştı Karl Marx,
’inin 11. sinde. Bu sözün sol için hep özel ama bir o kadar da çelişik bir anlamı oldu.
Dünyayı değiştirecek eylem çağrısına cevap verelim derken giriştikleri eylemler-devrimler dünyayı kendi teorileri açısından bile daha kabul edilemez ve katlanılamaz hale getirdi.
Sosyalist hareketin tarihi o yüzden ütopya arayışlarının totaliter, otoriter ters-ütopyaya dönüşümünün tarihidir aynı zamanda.
Öyle olunca dönüp yine yoruma sarılmanın daha sağlam bir yol olacağına inanmış olmalılar ki sonradan benimsedikleri yol biteviye söz, yorum, cedelden başka bir şey olmadı. Giderek tipik sol eylem tarzı lafla peynir gemilerini yürütme çabalarından ileri gidemedi.
Dünyayı yorumlama işi aslında azımsanacak bir iş değil.
Başkaları iş yapacak siz o işe bir ad koyacaksınız. O işin mahiyetinin ne olduğu sizin laflarınızla bir anlam kazanacak, gerçeğin üstünü sol laf-u güzafıyla istediğiniz şekilde örtebileceksiniz.
Eylemin, pratiğin, gerçekliğin önüne teoriyle, lafla, sözle geçip onu örtbas etmenin, onu olduğundan başka bir şey olarak göstermenin adı İslami literatürde konulmuştur aslında. O adı zikretmeyelim şimdi.
Sol lafla peynir gemilerini yürütmekle uğraşırken dünyaya daha dindar, muhafazakâr bir pencereden bakanlar dünyayı gerçekten değiştirecek işler yapmaya devam ettiler.
Bu, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öyle oldu.
Sol ise bir iş yapmak yerine yapılanlara isim koyarak, yapılanları teorize ederek, eylem yoksunluğunu laf kalabalığı ile gidermeye çalıştı.
Teori çabası böylece gerçeklikten kopuşun adı haline de geldi, onlar bunun farkına bile varamadılar, çünkü o yarattıkları teori dünyasının içinde bir hakikat rejimi de vardı ve bu rejim yaptıklarını kendilerine hoş gösterdi.
Solun gerçeklik algısı üzerine bu kadar teorik mülahaza yeter şimdilik. Türkiye gerçekliğini, İslamcı veya muhafazakâr siyasetin tarihini okuma acizliğini açıklamak için bu kadarı yetiyor.
Siirt’te geçtiğimiz günlerde açılan çinko fabrikası neresinden bakarsanız Türkiye için, bölge için birçok açıdan görülmemiş bir eylem hikayesidir:
Bölgede yüzde 35’lere ulaşan işsizliğe gerçek ve etkili bir çözüm adımıdır. Bu fabrika için ilan edilen 300 kişilik bir personel alım ilanına 15,000 kişi başvurduğunu söyleyelim, ötesini siz düşünün. 3-4 yıl içinde ulaşacağı yatırım seviyesiyle 7,500 kişiye sağlayacağı sanayi istihdamı ile tam bir kalkınma dinamiği haline gelmesi hedefleniyor. Stratejik ürünler olan
Çinko, Kurşun, Gümüş ve Sülfürik asit
te Türkiye’nin dışa bağımlılığını sona erdirecek, ülkenin zaten dışarıya ham olarak ihraç edilen madenlerinin Türkiye’de işlenmesi temin edilmiş olacak. Böylece Türkiye’de metal üretiminin teknolojisi gelişmiş olacak.
Yatırım devletten veya bankalardan bir kuruş kredi alınmadan
Türk ve Katar ortaklığıyla yapılıyor. Yani Türkiye’ye hem de Güneydoğu bölgesine ve doğrudan sanayi yatırımına yabancı sermaye girişi sağlanıyor. Her bir boyutu Türkiye için kazanımlarla dolu bir adım. Bu adımın bölgede nasıl bir heyecan yaratmış olduğunu gidip Siirt ve bölge halkına hatta bütün Türkiye’ye sorsanız alacağınız tek cevap var: umut ve gurur verici bir yatırım.
Ama ülkenin solcu (veya yine samimi olanları tenzih ederek solcu) geçinen medyası mutat olduğu üzere bütün halkın topyekûn sevincini-heyecanını paylaşma nasibinden mahrum bırakmış kendini.
Onlara göre olumlu hiçbir şey olamaz bu memlekette. Olumlu görünen her şeyin ardında mutlaka bir nekrelik olmalı, yoksa da uydurulmalı.
Öylece manzaraya bakmış, düşünüp taşınmış, sonra yeniden evirip çevirmiş, neresinden tutup isim koyayım diye ve adını koymuş:
Yasin Aktay bu işin neresinde?
Hızını alamamış kendi cevabını vermiş:
“Sosyolojiden çinko tüccarlığına bir Yasin Aktay portresi”.
Behey nasipsizler, o güzelim hadisede görebildiğiniz şey bu mu?
Hem bu nasıl bir alaka? Tam bir dam üstünde saksağan alakası.
Yasin Aktay çinko tüccarı değil elbet.
Burada basit tüccarlık da yapılmıyor, simsarlık da. Bilakis bütün pozitif kazanımlarıyla üretim yapılıyor ve yukarıda bahsettiğimiz çerçevede bu millet için bir destan yazılıyor. Aslında sorsalar öğrenecekler,
Yasin Aktay milletvekili olduğu dönemde üstlendiği bir sorumluluğun parçası olarak kendi memleketine bu yatırımı ve başka yatırımları yapmak veya yaptırmak için canla başla ama hiçbir karşılık beklemeden, bir kuruş ücret almadan ve hiçbir yatırıma ortak da olmadan önayak olmaya çalışıyor.
dedik, evet. Kendini sürekli toplumdan alacaklı gören, topluma ödemesi gereken hiçbir borç hissi yaşamayanların anlayamayacakları bir duygu bu. Milletvekilliğini veya siyasette herhangi bir makamı başına konmuş talih kuşu gibi görmek yerine omuzlarına yüklenmiş bir sorumluluk gibi algılayan, kendini toplumdan hep alacaklı değil sürekli borçlu olarak gören bir İslamcı anlayışı bu vesileyle tanıştırmak isterim.
Ama diyelim ki o sosyolog çinko tüccarı olsaydı, bunun onun sosyologluğuyla çelişen tarafı ne olurdu?
Çinko tüccarları suçlu mudur, günahkâr mıdır, ahlaksız mıdır? Bu millete bilmediğimiz bir zararları mı var? Ayrıca bir sosyolog çinko fabrikası kurmaya önayak olan bir eyleme girişince nasıl ve neye dönüşmüş oluyor?
Dünyayı yorumlamakla yetinmeyip bir de onu değiştirmeye kalkışmak gibi bir dönüşüm olamaz mıydı mesela?
Bu da Marx’tan naklen sürekli söyleyip söyleyip bir türlü yapamadığınız şeyin
Mesela dedik, açmaya devam edelim.
#Karl Marx
#Sosyalist
#Türkiye