Bu dağlarda kar olsaydım

04:001/08/2022, Pazartesi
G: 1/08/2022, Pazartesi
Yasin Aktay

“Babamın bana her zaman nasihati şu olmuştur: asla kendinden daha cahillerle ve kötülerle değil, her zaman daha bilgili ve daha iyi olanlarla arkadaş ol” diyerek bana iltifat ediyordu belki, çok sevdiğim bir dostum. Bununla benim kendisinden daha bilgili ve daha iyi olduğumu söylemiş oluyordu. Üstelik, bu haliyle de benden ilim olarak daha fazla beslenmeye hazır olduğunu tam bir tevazu ile ifade etmiş de oluyordu.“Öyleyse, buradan başlayayım”deyiverecektim. Tabi henüz neyi ne kadar anlayabileceğine

“Babamın bana her zaman nasihati şu olmuştur: asla kendinden daha cahillerle ve kötülerle değil, her zaman daha bilgili ve daha iyi olanlarla arkadaş ol” diyerek bana iltifat ediyordu belki, çok sevdiğim bir dostum. Bununla benim kendisinden daha bilgili ve daha iyi olduğumu söylemiş oluyordu. Üstelik, bu haliyle de benden ilim olarak daha fazla beslenmeye hazır olduğunu tam bir tevazu ile ifade etmiş de oluyordu.

“Öyleyse, buradan başlayayım”
deyiverecektim. Tabi henüz neyi ne kadar anlayabileceğine emin değildim, tuttum kendimi. Ama ilk anda aklımdan geçen söylemek isteyip söylemediğim düşünce bu oldu: “Gerçekten senden daha bilgili ve daha iyiysem, yani bunu kesin olarak gerçekten ölçüp biçebilecek durumdaysam ve benim babam da bana aynı şeyi tavsiye etmişse, bu işin içinden nasıl çıkacağız? Bu durumda seninle arkadaşlığa benim de yanaşmamam gerekiyor, öyle değil mi?”
Kişinin dostundan beklentileri her zaman böyle bir alışveriş hesabına bağlanacak olursa ortaya çıkan ilişkiye dostluk demek herhalde mümkün olmaz.
Bu tarz bir dostluğu tavsiye eden baba, çocuğuna hep almayı, hep faydalanmayı, hep sömürmeyi de tavsiye etmiş olduğunun farkında bile değildir muhtemelen.
Aslında çocuğuna müthiş bir hesapçılık ölçüsü vererek onu korumayı, hatta ona bir fayda vermiş olduğunu da düşünüyordur.
Oysa böyle yapmakla çocuğa sadece narsistçe bir bencilliği de aşılamış olduğunun farkında bile değildir.
Babalar çocuklarına almayı değil vermeyi, verirken zaten kazanacakları aklını neden vermeyi akıl etmezler?
En basit ve akla hemen gelecek cevap bu akla onların da sahip olmadıkları, bunun bilgisine muttali olmadıkları. Belki babalık içgüdüsünün çocuğuna en kolay, en zahmetsiz, ne risksiz faydayı bulabileceği adrese yöneltmesinin en olağan davranış olması.
Oysa bir bilseler, riskin büyüğü bu kolaycılıkta, tehlikenin büyüğü bu risksiz hayat tavsiyesindedir.

Dostluk, bütün hesapları aşabildiği ölçüde, insanın almaktan ziyade vermeyi göze alabildiği ölçüde mümkün olan bir şey değil midir? Dostluk bütün hesapları aşabildiği ölçüde, insanın almaktan ziyade vermeyi göze alabildiği veya vermeyi bu ilişkiyi kurup sürdürmeye değer bulabildiği ölçüde mümkün olan bir şey değil midir? Dostluk sahip olduklarımızı zannettiklerimizi verdiğimiz veya vermeyi bu ilişkiyi kurup sürdürmeye değer bulabildiğimiz ölçüde mümkün olan bir şey değil midir? Öbür türlüsü sadece pazarlık ve alış-veriştir.

Hoş,
insanın sosyal varlığını
alış-verişe bağlayan sosyolojik teoriler
de yok değildir. Bir toplum içindeki varlığımızı, o topluma olan borcumuzun bir ifası gibi gören
Durkheimci
işlevselcilere
, yani toplumsal işbölümü teorisyenlerine bir cevap olarak ortaya atılan bir teoridir bu. İnsanlar büyük ölçüde faydalanmakta oldukları bir toplumun genel işleyişinde bir işe yaramak için kendileri de bir işe yaramayı, böylece topluma, devlete, millete, aileye borçlarını ödemeyi mi düşünürler toplumsal eylemlerinde?
Böyle olsa herkes gerçekten toplumda başkalarına bir borç ödemenin ibadet bilinciyle hareket eder ki, böyle bir toplumu idare etmek de çok kolay olur. Aslında herkesin bu bilince sahip olduğu bir yerde toplumu idare etmeye bile gerek olmaz, toplum kendi kendini idare edecek şekilde hiçbir baskıya gerek olmadan örgütlenmiş bile olur.
Durkheimcı
işlevselci yaklaşımın toplum tahayyülüydü bu. Ama böyle bir dünya kendi kendine gerçekleşmeyince herkese tayin ettikleri borcu kendisi tahsil etmeye kalkışan otoriter bir devlet anlayışına da kapıları açmak durumunda kalan bir tahayyül. Türkiye’de Cumhuriyet politikalarının
Durkheimci
sosyolojinin
yolundan gitmiş olmasının bir sebebi de bu olmuştur.
Oysa toplumda herkes birbirine bağlı ve bağımlı ise de herkes bu borç bilincine sahip değildir ve toplumsal ilişkiler insanların kendi bireysel veya dar grup çıkarlarını gözettikleri bir çerçevede cereyan eder.
Borcun inkârı ve herkesin kendi çıkarını gözeterek ilişkiyi bir alış-veriş gibi gördüğü, pazarlıklı bir ilişki durumu, hoşumuza gitmese de toplumun işleyişinde daha fazla belirleyicidir.
Birbirini sevmeyen, birbirini rakip olarak gören, birbirinden bir şeyler koparmayı bir varoluş tarzı olarak benimseyen bir ilişkiler ağı, toplumun genel özeti.
Dostluk tabii ki böyle bir ortamda biraz daha kaybolan, takdir edilmeyen, görülmeyen, yitik bir ilişkinin, bir anlamın, bir samimiyetin keşfi, bir borcun ifası olarak da gerçekleşir
. İçten veya dıştan pazarlıklara konu edilerek kurban edilemez dostluklar. Dostluk her şeyden önce verme üzerine kurulu.
Gerçek bir dost arayıp bulamayanlar, kendileri gerçek bir dost olmayı hiç düşünüyorlar mıdır?
Bu durumda birçok kişi, dostluk edeceği, gerçek dostluğu bütün kalitesiyle sergileyeceği, buna değer birini bulamadığı için kendisinin de kimseye gerçek dost olamadığı mazeretine sığınabilir.
Oysa gerçek dost bulmanın, dostluk yapılacak birini bulmanın ilk yolu kişinin kendisinin iyi bir dost olmasından geçiyor.
Dostluk başkalarında bulduğunuz bir değer değil, kendinizden başlayan, kendi tutumlarınızdan başlayan ve devam eden bir anlayıştır.
“Şu dağlarda kar olsaydım, bir asi rüzgâr olsaydım, sahipsiz mezar olsaydım, şu yangında har olsaydım olsaydım, ağlayıp bizar olsaydım”
gibi şartlara bağlayarak, bütün bu şartlara rağmen yine de bana gösterilmesini umduğum dostluktan önce kendim ne verebiliyorum ilişkiye?
Ahmet Kaya
’nın güzel müziğinde,
Müslüm Gürses
’in olağanüstü yorumunda bambaşka bir anlama kavuşan
Yusuf Hayaloğlu
’nun şiirini bir çırpıda harcamayalım tabi.
Ama dostluk “ben ne olursam olayım beni bu halimle sev” inatçılığını kabul etmez. Dostluk değiştirir. Gerçek dostluk mutlaka değiştirir; i
nsanı mutlak dosta doğru değişmek üzere uzun, yorucu ve çetrefil bir yolculuğa çıkarır.
“Ben burada mezar olarak durayım, bir asi rüzgâr olarak kalayım, bir milim yerimi değiştirmeyeyim ama sen beni yine de sevmeye devam et” dediğim dostu, yattığım mezara gömmüş, olduğum duvara yapıştırmış olurum.
Oysa insan dostla çıktığı yolculukla birlikte bir meçhule doğru da yola çıkmış oluyor. Bu yolculukta
Musa
gibi,
ilim ehli yol arkadaşının tuhaf işlerine sabretmesi
, hemen kendi ufku, bilgisi, önyargıları, ideolojileri, teorileri, kavramları ile itiraz edip yargılayıp harcamak yerine anlamaya ve akıl erdirmeye çalışması gerekir.

Dostundan bir şey beklemek yerine ona destek olmak, onu anlamaya ve ona açık olmaya çalışmak dostluğun adabındandır.

#Ahmet Kaya
#Müslüm Gürses
#Yusuf Hayaloğlu