11Eylül’ün hemen ardından öfkeyle kalkan ABD’nin, teröre karşı mücadele başlığı altında aslında yoğun bir İslamofobi politika program paketi açmıştı. Bu paketi ilan ettiğinde başkan oğul Bush sonradan dil sürçmesi olarak geçiştirilmeye çalışılacak olan“Haçlı Savaşı”tabirini kullanmıştı. Safına çekmeye çalıştığı kitleler içinde Müslüman ülkelerin de olduğu gerçeği kendisine hatırlatıldığında bu tabirinne kadar hatalı olduğunu da anladı hemen ama Afganistan ve Irak için başlattığı kampanya orta çağların
11Eylül’ün hemen ardından öfkeyle kalkan ABD’nin, teröre karşı mücadele başlığı altında aslında yoğun bir İslamofobi politika program paketi açmıştı. Bu paketi ilan ettiğinde başkan oğul Bush sonradan dil sürçmesi olarak geçiştirilmeye çalışılacak olan
tabirini kullanmıştı. Safına çekmeye çalıştığı kitleler içinde Müslüman ülkelerin de olduğu gerçeği kendisine hatırlatıldığında bu tabirin
ne kadar hatalı olduğunu da anladı hemen ama Afganistan ve Irak için başlattığı kampanya orta çağların tipik Haçlı kampanyalarından farksız oldu. Siyasal ilahiyat vaatleri “demokrasi götürmek”, “Modern değerleri korumak” olarak ifade edilen bu kampanyada bütün insanlar “ya bizden ya onlardan” diye dijital bir kodlamaya tabi tutulacaktı.
O günlerde bizde de bu Haçlı kampanyanın benzetilebileceği daha yakın bir tecrübe vardı hafızalarda ve buna benzetilmekten geri durulmadı.
bu kampanyayı
olarak niteledi hemen. Bu niteleme aslında 28 Şubat darbe teşebbüsünü ve ona eşlik eden kampanyayı da bir Haçlı kampanyası hanesine yazdığının muhtemelen farkında değildi, ama paralelliği açığa vuran bir şecaat arzı gibiydi.
Doğrusu aralarındaki tek paralellik bu değildi.
28 Şubat’ın da bir tür önleyici savaş mantığıyla düzenlenmiş olması da çok önemli bir ortaklıktı.
Karşısına kendi halkını bir düşman olarak koyan bu savaşta
blok olarak düşman safına (siyasal olarak Refah Partisi safı) yerleştirilmişti. Bu düşman nesiller,
“önlem alınmadığı takdirde”
ikibinli yılların başlarında bu düşman partiyi tek başına iktidara getireceği öngörüsüne dayanılarak harekete geçilmişti.
Ancak işin tarihte her zaman tekrarlanan ironik yanı yine tekrarlamıştı:
İmam-Hatipler’in orta kısımları bu tedbirler çerçevesinde, yani iktidara gelmesinler diye kapatılmış olduğu halde 2002 yılında AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesi önlenemedi. Hatta bu sonucun ortaya çıkmasında bizzat bu önleyici savaşın tam tersi sonuçlar veren etkisi çok açık bir biçimde görüldü.
28 Şubat süreci de insan aklının aşırı özgüveninin sergilediği cahilliği sergilediği için kaybetti.
ABD’nin 11 Eylül’den sonra başladığı hamle küresel 28 Şubat ise, onun da aynı akıbete uğraması kaçınılmazdı. O da sözümona İslami teröre, İslam’ın her türlüsünün zarar gördüğü kampanyalar başlattığı için 28 Şubat’ın akıbetine maruz kalmaktan kurtulamadı.
Alınan tedbirler “ABD nefretinin giderilmesi amacını” da taşıyordu ama gidilen yol nefreti artırmaktan başka bir şey yapmadı.
20 yılın sonunda böylece ABD’nin kendine ve dünyaya kazandırdıkları ve kaybettirdikleri üzerinde daha sağduyulu bir değerlendirme yapması gereken noktadayız. Bu noktada ABD önce Irak’ta sonra Afganistan’da yaptıklarının özeleştirisini yapmış ve zararın bir yerinden dönmüş görünüyor.
Bunun onun için iyi olduğunu söylemek durumundayız. ABD bu saatten sonra hem Irak’la hem Afganistan ile daha sağlıklı ve kendi ülkesinin çıkarlarını gözeten, ama bu ülkelerin halklarına da saygı çerçevesinde çok daha kârlı ve uzun vadede çıkarlarını gözeteceği ilişkiler kurabilir.
Bu ilişkiler hem kendisine hem de ilişki içinde bulunduğu ülkelere kazandırdıktan sonra kimse itiraz edemeyeceği gibi kendisi de çok daha kazançlı çıkacaktır.
Yeter ki, küresel 28 Şubat tarzı veya işgalci uygulamalara tevessül etmesin.
Gerçi Irak’tan askerlerini çekme değerlendirmesini yaptığı günlerde bile önünde belki bütün imajını düzeltebilecek fırsat Suriye’deydi.
Halkını katleden bir diktatöre karşı halkının yanında durarak bu nefreti giderebilirdi. Ancak o, bu gerekçeyle başlattığı Suriye macerasını da bambaşka bir mecraya taşıyarak tarihi bir fırsatı kaçırdı. Böylece Türkiye gibi bir müttefikine karşı bir terör örgütüne verdiği olağanüstü destekle hem Suriye hem Türkiye halkına daha da uzaklaştı.
Oysa burada uyguladığı program her ne ise onu Afganistan ve Irak’ta batağa sürükleyen akıldan veya akılsızlıktan çıkmış olduğu çok açık.
Suriye’de ABD’nin devam ettiği maceranın kendisine hiçbir faydası yok, çünkü tıpkı Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi bu coğrafyanın sosyolojik gerçeklerine aykırı.
Demografik operasyonlar yaparak, hele bir de bir terör örgütüne karşı başka bir terör örgütünü destekleyerek kuracağı herhangi bir düzenin ABD’yi yeni bir fiyaskoyla karşı karşıya bırakması mukadderdir.
ABD zaten yıkılmasına ramak kalmış olan bir Esad’ın ömrünü zoraki uzatan karmaşık siyasetler uygulamamış olsa Suriye’de sular çoktan durulmuş olur, halkıyla barışık bir siyasi düzenin kurulması hiç de uzak bir ihtimal değildi. Oysa ABD burada kendi müttefiklerine bile şeffaf olmayan bir siyaset izleyerek hem kendini hem bölgeyi yaktı.
Halen ABD’nin Suriye için mevcut, yürüyen plan ve uygulamalarının vaat ettiği hiçbir hayır veya çözüm yok.
Çözüme bir katkısı olacaksa, kendi itibarını da bir şekilde korumak veya sürdürmek istiyorsa şu anda bulunduğu rotadan çıkması şart.
Hatta bu yolla belki Afganistan ve Irak’ta yıktığı imajını ve itibarını yeniden toparlayabilir bile.
Yeni rota Suriye’de halkıyla barışık bir yönetimin kurulması ve dünyanın her tarafına dağılmış Suriye halkının kendi topraklarına dönüşünü mümkün kılacak bir siyasettir.
Bu konuda izlenecek rota da besbellidir.
#ABD
#Suriye
#Afganistan
#Irak