“Devlet-i Aliyye’nin Kırım meselesinde Tuna boyunda bulundurduğu kuvvet, şimdikinden [93 Harbi] pek az olmadığı gibi, Rusya’nın bu defa Tuna cihetine getirdiği askerî kuvvet ve mükemmel mühimmatın miktarı da geçen sefer getirdiği asker ve mühimmatın iki mislinden pek fazla idi. Bundan başka Memleketeyn [Eflak ve Boğdan] askeri de bu kuvvete katılmış ve yardımcı olmuş idi. Rusya’nın bu defa Rumeli tarafına geçmek için yaptığı hazırlık ve teşebbüslerin ehemmiyet derecesi, bizzat imparator ve veliahdının
“Devlet-i Aliyye’nin Kırım meselesinde Tuna boyunda bulundurduğu kuvvet, şimdikinden [93 Harbi] pek az olmadığı gibi, Rusya’nın bu defa Tuna cihetine getirdiği askerî kuvvet ve mükemmel mühimmatın miktarı da geçen sefer getirdiği asker ve mühimmatın iki mislinden pek fazla idi. Bundan başka Memleketeyn [Eflak ve Boğdan] askeri de bu kuvvete katılmış ve yardımcı olmuş idi. Rusya’nın bu defa Rumeli tarafına geçmek için yaptığı hazırlık ve teşebbüslerin ehemmiyet derecesi, bizzat imparator ve veliahdının burada bulunmasıyla da anlaşılıyordu.
Maddî bakımlardan görülen şu farktan başka askerî bağlılık, itaat ve emir kumanda bakımından da her iki muharebe arasında büyük fark vardır. O vakit başkumandan olan Serdâr-ı Ekrem Ömer Paşa’nın işine ve aldığı kararlara Serasker Rıza Paşa ve diğerleri tarafından müdahale edilmek istendiği halde, Ömer Paşa hâkân-ı mağfur Abdülmecid Han hazretlerinin itimat ve himayesine mazhar olmuş ve müdahale teşebbüsleri her taraftan kesilmiş idi.
Yüzbaşı ve mülâzım yanında bir binbaşı, şimdiki müşirler kadar nüfuz ve haysiyeti haiz idi. Askerî itaat tam istenildiği şekilde mevcut olup, emir ve yasaklara hakkı ile uyulurdu.
Sonraları bu askerî itaat kalkarak, müşirin maiyetindeki zabitlerden herhangi birisi istediği gibi Yıldız ile haberleşir, yalan yanlış haberler vermeye kalkışır oldu.
Bir Rus zabit efraddan birinin firarını gördüğü zaman, o neferi tabanca ile vurup öldürmeye izinlidir. Bizde ise davete icabet etmeyen veya silahını alıp kaçan erler bile, defalarca, mecburî askerlik hizmetinden bile affolundu. Askerin en lüzumlu sıfatlarından olan gayret, hamiyet, şecaat unutuldu; garaz, bencillik, gammazlık âdet oldu.
Kırım muharebesinden beri millî ahlakımız fevkalade alçaldı; ilhad [dinsizlik] ve sefahat arttı. Her sınıf ahali tenperver oldu; nefsânî hazlara ve dünyevî lezzetlere meyletti, aldandı, tehlikeye düştü.
Şer’-i Şerîf’e riayet adeta kabahat sayılıyordu. Dinî vazifelerini ifa edenler, garaz ve ivazsız iş görenler ve doğruyu söyleyenler ayıplanıp kötü görülüyordu. Dinî salabet ve verâ sahibi temiz kimseler tekdir olunurdu. Dindarlık ve milliyetin, devletin kuvveti; doğruluk ve sadakatin de bereket ve saadet sebebi olduğu unutuldu. Şer’î cezalar icra olunmayıp herkes kendi keyfine bırakıldı. Fısk u fücur, alenî ve mübah gibi işlenir oldu. Ar ve namus sözü manasız görüldü.
Eşraf ve ileri gelenler, beyhude yere menfaat kavgaları ve münakaşalarla itibar ve iktidarlarını tükettiler; halk arasında nüfuz ve haysiyetleri kalmadı. Şarlatanlar, hak söyleyenlere galebe etti. Halk baştan çıktı. Her sınıfın nizamı bozuldu. Kanaat azaldı, hırs ve tamah çoğaldı.
Bu sebeplerden nâşi, nihayet bu büyük felakete uğranıldı. Memleketlerimiz harap, nice masum ve bîgünah zulüm ateşinde kebab oldu…”
Ketebe Yayınları tarafından yeniden yayınlanması vesilesiyle, Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin bizzat şahit olduğu 93 Harbi’ne (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) dair hatıralarını ihtiva eden “Târihçe-i Vak’a-i Zağra” (Zağra Müftüsünün Hatıraları - 93 Harbi’nde Rumeli Cephesi Rus ve Bulgar Vahşetleri) adlı kıymetli esere yıllar sonra yeniden döndüm.
İlk kez 1910’da -merhumun vefatından 8 yıl sonra- yayınlanan kitap, 1973’te Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı neşirle birlikte kamuoyunda tanınmaya başlamış, sonrasında farklı baskılarla karşımıza çıkmıştı.
Lise öğrencisiyken tanıştığım eseri bugün yeniden okurken, yukarıda alıntıladığım türden çok sayıda bölüm beni adeta çarptı. Bunun sebebi, hiç şüphesiz, savaşı Bulgaristan’ın Eski Zağra kasabasında yaşadıktan sonra İstanbul’a intikal eden Hüseyin Râci Efendi’nin bazı sosyolojik tespitlerinin bugün de hâlâ aynı biçimde güncelliğini koruması. Kitap bu yönüyle Osmanlı’dan cumhuriyete nasıl bir toplumsal mirasın ve sosyal dokunun intikal ettiğini göstermesi bakımından bilhassa çarpıcı. Hüseyin Efendi merhum, aslında bize, bugün mevcut arızaların ve içtimaî bozulmanın köklerini zannettiğimizden çok daha eski zamanlarda aramak gerektiğini ihtar ediyor. Bu bakışı kazanmak da ancak böylesi sarsıcı metinleri dikkatle okumakla mümkün.
Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’ye ve bilcümle Balkan şehitlerine rahmet ve selam olsun.