Aracımızı bir kenara park ettikten sonra, mezarların arasında yürümeye başladık. Aslında aradığımız muayyen bazı kabirlerdi, fakat etrafta öylesine çok “hikâye” vardı ki, her mezar taşını uzun uzun okuyarak, bazıları hakkında konuşarak, arada sakince durup tefekküre dalarak ilerledik. Londra’nın merkezine yaklaşık 50 kilometre mesafedeki tarihî Brookwood Mezarlığı’nın Müslümanlara ayrılan kısmı, adeta bir “tarih meşheri” idi. İmza attığı modern eserlerle dünya çapında şöhrete kavuşan Iraklı mimar
Aracımızı bir kenara park ettikten sonra, mezarların arasında yürümeye başladık. Aslında aradığımız muayyen bazı kabirlerdi, fakat etrafta öylesine çok “hikâye” vardı ki, her mezar taşını uzun uzun okuyarak, bazıları hakkında konuşarak, arada sakince durup tefekküre dalarak ilerledik. Londra’nın merkezine yaklaşık 50 kilometre mesafedeki tarihî Brookwood Mezarlığı’nın Müslümanlara ayrılan kısmı, adeta bir “tarih meşheri” idi.
İmza attığı modern eserlerle dünya çapında şöhrete kavuşan Iraklı mimar Zaha Hadid (1950-2016), babası Muhammed Hüseyin Hadid’le ağabeyi Fûlâz Muhammed Hadid’in arasında yatıyordu. Zaha’nın yanında-yöresinde farklı zamanlarda Irak’tan kopup gelen çok sayıda siyasetçi, asker, devrimci ve sanatçı vardı. 1958 darbesinde vahşi biçimde öldürülen ve kızgın kalabalık tarafından cesedi parçalanan Irak Başbakanı Nûrî Saîd Paşa’nın eşi ve torunu da bu köşedeydi.
Az ilerde, “Salahaddîn Eyyûbî’nin torunu” olduğu özellikle belirtilen İlham Delel’i gördük. 1913’te Filistin’in Akkâ şehrinde dünyaya gelmiş, 1999’da Londra’da ölmüş. Talihin rüzgârı onu nerden nereye savurmuş…
İçeri doğru yürüdükçe, isimlerinden ve doğdukları yerlerden Kıbrıs Türkü oldukları anlaşılan onlarca kabir karşımıza çıktı. Kimisi Osmanlı döneminde dünyaya gelmiş, kimisi sonra; ama hepsinin de yolu Londra’ya çıkmış. Yaşadıkları zaman dilimine bakınca, İngiltere’ye geliş öykülerinin arka planında muhtemelen Rumların zulmü var.
Ve nihayet, aradığımız o kabirlerden birinin önündeyiz: Filistin’e dünya çapındaki en meşhur simgelerinden “Hanzala”yı kazandıran Nâcî el-Alî. 1936’da Filistin’in kuzeyindeki bir köyde doğan Nâcî el-Alî, İsrail’in kurulmasının ardından ailesiyle birlikte Lübnan’a göç etmiş. İlk gençlik yıllarını Aynu’l-Hilve mülteci kampında geçiren ve çizim yeteneğini burada geliştiren Nâcî, Suudi Arabistan ve Kuveyt’te yaşadıktan sonra nihayet İngiltere’ye yerleşmiş. Keskin fırçasıyla sadece İsrail’i değil, Filistinli siyasetçileri de sarsan Nâcî el-Alî, 1987’de Londra’da suikasta kurban gitmiş. Kabrinin etrafı, tamamen Türk mevtalarla çevrili bugün.
Farklı tarihlerde Hindistan ve Pakistan’dan gelerek Londra’ya yerleşen nice ismin yanından geçiyoruz. Arada Şah döneminde İran’da yaşayan elitler de görülüyor. Onlar, Brookwood’daki Şiî Mezarlığı (Bâğ-ı Zehrâ) yerine, Sünnî Müslümanların arasında “kaybolmayı” seçmiş. Bunun siyasî bir tercih olduğu sır değil elbette.
Etrafı güzelce çevrilmiş bir kabrin başında Umman bayrağı görünce durdum. Silinmeye yüz tutmuş yazı şöyleydi: es-Seyyid Saîd bin Teymûr. 1932’den, 1970’de oğlu Kâbûs tarafından devrilinceye kadar Umman tahtında oturan meşhur sultan. Tahtını kaybedince Londra’ya defnedilmiş demek.
Kabristanın kuzeybatı ucunda, “Kur’ân-ı Kerîm’i İngilizceye tercüme eden ilk İngiliz” Muhammed Marmaduke Pickthall (1875-1936) bizi karşıladı. Onun hemen arkasında İngilizcedeki en yaygın Kur’ân meallerinden birini hazırlayan Abdullah Yusuf Ali (1872-1953) vardı.
İleride bayrağımızı dalgalanır görünce o tarafa yöneldik. 1944’de eğitim için İngiltere’ye gönderilen ve kazalarda şehit düşen havacılarımızdan 14’ü burada yatıyordu. 22 yaşındaki genç Teğmen Reşit Nalbant ve arkadaşları…
Şehitliğin hemen yanında ise, yer seviyesinde, iki siyah mermer lahit uzanıyordu. İlkinin Osmanlıca kitabesi şöyleydi: “Cennetmekân Abdülmecîd-i Sânî bin Abdülazîz Hân Halîlesi [,] Hadîce Hayriyye Dürrüşehvâr Sultanın Vâlidesi Atiyye Mehistî Kadınefendinin Rûhiyçün el-Fâtiha.” Ve ikincisi: “Cennetmekân Halîfe-i Müslimîn Abdülmecîd Hân bin Sultan Abdülazîz Hân Hazretlerinin ve Atiyye Mehistî Kadınefendi Hazretlerinin Kerîmesi Hadîce Hayriyye Dürrüşehvâr Sultan Hazretlerinin Rûhiyçün el-Fâtiha.” Kitabeleri okuyunca, gözümüzün önünden nice acı hatıra geçiverdi: Hanedanın sürgünü, Son Halife Abdülmecîd Efendi’nin 1944’te Paris’te vefatı, kızı Dürrüşehvâr’ın babasını Türkiye’ye defnettirebilmek için gösterdiği beyhude çaba, Paris Camii’nde 10 yıl saklanan cenazenin nihayet Bakî Kabristanı’na defni… Sultan Abdülaziz’in kabri İstanbul’da, oğlu Abdülmecîd Medîne’de, torunu Dürrüşehvar Londra’da… Üç kıtayı fetheden Âl-i Osman’ın, üç kıtaya yayılan hazin hikâyesi…
Kabristandan ayrılıp Londra’nın karmaşasına doğru ilerlerken, hâlâ mezar taşlarının bize anlattığı öykülerin ve fırtınaların önünde yaprak misali savrulan hayatların tesiri altındaydık.
***
Geçtiğimiz hafta, kıymetli dostum Ebubekir Penbegüllü’nün ev sahipliğinde, dört günlüğüne Londra’daydım. İzlenimlerimi ve dikkatinizi çekeceğini umduğum bazı detayları, bugünküyle birlikte dört yazı halinde aktaracağım. Çarşamba günü devam edelim.