Size bir şey söyleyeyim mi?

04:0031/05/2018, Perşembe
G: 31/05/2018, Perşembe
Serdar Tuncer

Bizim ibadetimizden bir şey olmaz ancak ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmaz!Gafiliz. Gafleti, içinde bulunduğu ânın hakkını verememek diye tarif edebiliriz sanırım yahut kalbin, kişinin eylemekte olduğu işten başka bir şeyle meşgul olması. Namazda huzurdayız ama kimin huzurunda durduğumuzdan gafiliz. Bunun için ikâme edilen bir miraç değil namazlarımız; aradan çıkarılan bir borç gibi. Zekâtın çoğunu nasıl yapıp da verebilirim derdinden çok, azını ne yapıp da vermekten kurtarırım diye bahaneler

Bizim ibadetimizden bir şey olmaz ancak ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmaz!

Gafiliz. Gafleti, içinde bulunduğu ânın hakkını verememek diye tarif edebiliriz sanırım yahut kalbin, kişinin eylemekte olduğu işten başka bir şeyle meşgul olması. Namazda huzurdayız ama kimin huzurunda durduğumuzdan gafiliz. Bunun için ikâme edilen bir miraç değil namazlarımız; aradan çıkarılan bir borç gibi. Zekâtın çoğunu nasıl yapıp da verebilirim derdinden çok, azını ne yapıp da vermekten kurtarırım diye bahaneler aramayı marifet zannediyoruz.



Merhum Mahir İz Hoca dermiş ki: Kırkta bir, fukaranın senin malındaki hakkıdır, o biri verirsen geri kalan otuz dokuzu temizlemiş olursun, o biri vermediğin anda geri kaldı zannettiğin otuz dokuz da kirlenir. Peygamberimiz’in yeminle söylediği bir kaç husustan birisi zekâta tekabül ediyor: “Zekât malı eksiltmez!” Kaçımız bunun idrakindeyiz?

Giydiğimiz bembeyaz ihramın omuzlarımıza yüklediği emanet şuurunu daha ihramı çıkarmadan zayi edişimiz yine gafletten. Haccın bizi annemizden doğduğumuz gün gibi tertemiz edişini daha ülkemize dönüş uçağına binmeden kırıp döktüğümüz kalplerle, anlamsız bir dolu hatayla, günahla heba ediyoruz.

Ramazan-ı Şerif’in orta yerinde duruyoruz. Bir durup soruversek kendimize, alacağımız cevap ne olur acaba? Ben; “tuttuğu oruçtan geriye açlıktan başka bir şey kalmayanlardan mıyım”, yoksa “Ramazan’a erişip de kendisini affettiremeyene yazıklar olsun müjdesince arife gecesine geçmiş günahlarından arınmış olarak girebilecek saadetlilerden mi?” Dilimizi ve kulağımızı gıybetten, dedikodudan, yalandan, malayaniden ne kadar muhafaza edebiliyoruz imsakle iftar arasında? Gözümüzü harama nazardan sakınabiliyor muyuz? Ayağımızı gitmememiz gereken yerlere varmaktan alıkoyabiliyor muyuz? Kalbimizi kötü düşüncelerden uzak tutmayı ne kadar becerebiliyoruz oruçlu vakitlerde?

Bunları yapmamakla da bitmiyor ki canına yandığım. Dil ve kulak nehiy edilenden uzak duracak ama yetmez; emredilenle de meşgul olacak. Salavatla, zikirle, ilimle tatlanacak. Göz yasaklanana bakmayacak ama yetmez; emredildiği gibi gece gündüz Kur’ân-ı Kerim okuyarak ziynetlenecek. Ayak yasaklanan yerlere varmaktan imtina edecek ama yetmez; camilere, ilim meclislerine, zikir halkalarına varmakla izzet bulacak. Kalp kendisini ilgilendirmeyen lüzumsuz işlerle meşgul olmayacak ama orucun Rabbini her daim anmakla itminanı talim edecek. Fethi Abi merhum dermiş ki: “Dünya bizi haramından men etti, biz onun helalinden de geçtik.” Ramazan-ı şerif dediğiniz, zirvesini bu ifade ile bulan yüce ahlak ve zarif istiğnanın nazenin temrininden başka nedir ki? İmsakle iftar arasında yapmamamız gerekenlerin asgarisi belli ve ortada zaten. Peki bu bize iftardan sonra sövme, gıybet etme, dedikodu yapma, yalan söyleme, harama nazar etme, kalp kırma hakkını verir mi? Asla!

Bizim büyük yanılgımız! Ah bir anlasak, namaz seccadeyi serdiğimiz anda değil, selam verip seccadeden kalktığımız anda başlar. Bu idrak, böylelikle bizim iki namaz arasında geçen vakitlerimizi de kulluk şuuruna yükseltir. Namazın kendisini kötülüklerden alıkoyduklarından olmak da ancak böyle mümkündür; “Veyl olsun o namaz kılanlara ki...” ikazından muhafaza olmak da... Hac, ihramı giydiğimiz vakit değil; çıkardığımız anda başlar ve bizim zannettiğimiz emanetler bir yana dursun, bizatihi bizim bile kendimizin olmadığını ihtar ederek son nefese kadar sürecek bir emanet mayası tutturur kalplerimize. Evladım, eşim, malım, evim, param, aldığım nefes, karşılaştığım her insan, altında yaşadığım gök kubbe, üstüne bastığım toprak, gölgesinde oturduğum ağaç, öz canım ve son olarak kalbime emanet edilen iman nuru, dağların taşların yüklenemediği bir emanettir benim için, dedirtir insana. Zekât, kazandığımızın kırkta birini verirken değil; vereceğimizin kırkta otuz dokuzunu kazanırken fukaranın ahvalinden haberdar olmaya davet eder bizi. Böylelikle o zekâtı verirken bizim olandan ihtiyaç sahibine ihsan ediyormuşuz kibrinden, ihtiyaç sahiplerine ait olanın bizde duruşunun mahcubiyetine bürünür kalplerimiz. Bizim birilerine zekât ve fitre verebiliyor oluşumuz bizi ihsan sahibi ve cömert yapmaz; zekât ve fitre verebileceğimiz birilerinin var oluşu bize büyük bir ihsan ve nimet olur. Anlarız ki onlar bize değil; biz onlara muhtacız.

Oruç, hilalin görünüp ilk teravihin kılındığı akşam başlayan ibadetin değil; bayram sabahı başlayıp bir dahaki Ramazan’a kadar bitmeyecek kulluk zevkinin adıdır. İftardan beş dakika önce önünüzdeki masada duran bir bardak su, nasıl ki ezanı duyana kadar sizin ama sizin değilse, mübarek on bir aylar boyunca da benim zannettiğiniz hiç bir şey aslında sizin değildir. Kimselerin olmadığı yerde bile “O görüyor” farkındalığıyla helale el uzatıp bozamadığınız oruç, alır sizi öylesi bir ihsan kıvamına taşır ki, iki Ramazan arasında “o görüyor” idrakiyle harama yaklaşmaya cesaret ve cüret edemezsiniz.

İbadet; namaz, oruç, hac ve zekâttır fakat kulluk ibadetlerden ibaret değildir. Kulluk ibadetleri yapmakla biten değil, başlayan şeyin adıdır. Buyrulmuş ki: “Şaşarım yaptığı ibadete karşılık mükâfat bekleyenlerin haline, zira ibadet edebilenlerden olmak bizzat mükâfatın kendisidir.” Allah bir kişiyi ibadet edebilenlerden eylemişse onu kulluk makamına yükseltmeyi murad etmiştir. Allah katındaki değerini merak eden Allah’ın kendisini ne ile meşgul ettiğine bir bakıversin diye tevekkeli buyrulmamış. İki namaz arasındaki meşgalelerimiz, iki Ramazan arasında yaptığımız cümle işler, onun rızasını kazanma derdiyle yapılmaya başlandığı demde kulluğun eşiğine varırız. Kapı aralanır mı aralanmaz mı, ben bilmem. Var o eşiğe de varsın aralanmasın kapılar; nefsinin başköşeye buyur ettiklerinden olmaktansa onun kapı aralamayışını lütfettiklerinden olmak yeğdir.

Kırık dökük, eksik noksan ibadetlerimizden bir şey olmayacağını bilecek ve ibadete başlarken gönülden “estağfirullah” diyerek o ibadeti yapmaya layık olamayışımızın farkında oluşun mahcubiyetiyle yapacağız ibadetimizi. Her ibadetin ardından bir günahkârın gönülden tövbe edişine benzer bir yakarışla “estağfirullah” diyecek ve “Sen emrettiğin için yaptığım ve sana layık olarak yapamadığım bu ibadet için beni affet Ya Rabbi” diyeceğiz. Sen eksiği ve noksanıyla kabul buyur diye niyaz edip, El-Aman diyeceğiz; canı gönülden el aman Ya Rabbi!

İbadetimizden bir şey olmayacağını böylelikle bildikten sonra ibadetsiz de bizden hiç bir şey olmayacağını bilerek, samimi bir kalple kulluk derdine düşeceğiz. Niyaz-i Mısrî hazretlerinin Nutk-ı Şerif’inden hiç olmazsa bir tek beyti kalbimize serlevha eyleyecek ve bileceğiz ki, kulluk kul olanlarla hem-dem olmaktan; irfan dediğimiz şey ârifler eteğinden tutmaktan başka bir yolla ele geçmez!

“Savm u salat u hacc ile sanma biter zahid işin

İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş”

#Ramazan
#İbadet