Şemsiyeler ve ezanlar

04:0013/06/2019, Perşembe
G: 13/06/2019, Perşembe
Serdar Tuncer

Dünya âriflere gurbet yeridir, zira onların sılası ötelerdir. Âşığa yârin dizinin dibinden başka her yer gurbettir.Avam ise memleketinin dışında her yeri gurbet bilir. Bütün gurbetler başka başka ve derece derece. Ârifleri sevmeyi nimet biliyoruz, âşık olamadığımızın artık farkındayız. O halde kendimizin gurbetinden söz etmeliyim size, yani avamın. Kimimiz çalışmak için doğduğumuz şehirden bir başka şehre gidince kendimizi gurbette hissediyoruz, kimimiz memleketin dışında bir başka ülkeye varınca.

Dünya âriflere gurbet yeridir, zira onların sılası ötelerdir. Âşığa yârin dizinin dibinden başka her yer gurbettir.



Avam ise memleketinin dışında her yeri gurbet bilir. Bütün gurbetler başka başka ve derece derece. Ârifleri sevmeyi nimet biliyoruz, âşık olamadığımızın artık farkındayız. O halde kendimizin gurbetinden söz etmeliyim size, yani avamın. Kimimiz çalışmak için doğduğumuz şehirden bir başka şehre gidince kendimizi gurbette hissediyoruz, kimimiz memleketin dışında bir başka ülkeye varınca. İlk yurtdışı seyahatimin üçüncü gününde boğulduğumu fark eden bir dostum, Brüksel’deki Türk mahallesine götürmüştü de Emirdağ Kıraathanesi’nin önünde aylaklık eden ihtiyarları, sokakta koşturan çocukları, klakson çalarak geçen arabaları, cıvıltıyı, kargaşayı, muhabbeti görünce bir nebze olsun nefes alabilmiştim. Sonraki zamanlar boyunca dünyanın pek çok ülkesine gitmek nasip oldu ama ekseriyetle üç günü geçmedi seyahatlerim, tahammül eşiğim bu kadardı çünkü gurbete. Mekke, Medine ve Kudüs’ü ayrı tutmalıyım bu bahiste, oralar ruhun sılasından izler ve rayihalar taşıyor. Her insan imanı, sadrı ve nasibi kadar memlekette hissediyor kendisini. Hatta dönüp yurda gelince asıl gurbetin ne olduğunu anlıyor kimi bahtiyar nasipliler. Bir de Avustralya var, söylemezsem olmaz, bir defa gittim korktum. İnsan Avrupa’da nispeten rahat, bir sabah kalksa ve teknoloji bitmiş olsa yürüyerek döner Türkiye’ye ama Avustralya öyle mi ya, kaldın gitti, geçmiş olsun.

Gelelim bu yazının yazılmasına sebep olan diyara. Kader ne gösterir bilemem fakat Türkiye’den başka bir yerde yaşamak istemez, yaşayabileceğimi de zannetmezdim, ta ki Bosna’yı görene kadar. Bosna, benim mahzun ve nazlı sevgilim. Viyana’ya dair gizli hayallerim olduğu doğrudur, Roma kızıl bir elma gibi hâlâ içimde, kabul. Kosova’da muradım, Üsküp’te sızım, Belgrad’da hüznüm, Şam’da acım, daha pek çok diyarda beni çağıran, bana çağıran bir şeyler var ama Bosna bir başka! Blagay, Mostar, Poçitel, Travnik hepsi güzel elbet fakat benim Bosna’m daha çok Sarayova, hatta Başçarşı. Camileri, medreseleri, arastası, sebili, türbesi, asaleti, tevazuu, hikayesi, güvercinleri, böreği, cevapisi ile Başçarşı. Günlerce yorulmadan, usanmadan, hiç bir şey yapmadan, bir ucundan diğerine tekrar tekrar yürüyebilirim ecdat yadigârı bu mukaddes toprağın. Gurbette gibi de hissetmem kendimi hiç. İlk gidişimde Türkiye’ye dönüş uçağına binerken memleketten ayrılıyormuşum zehabına kapılıp şaşırmıştım kendime.
Memleketten ayrılıp memlekete gitmek gibiydi Bosna’ya elveda demek, Üsküdar’dan Kadıköy’e gitmek gibi.
Başçarşı’yı merkeze alıp onu saran küçük daireler çizecek olsak, merkezde bizim tasavvurumuzun munis, ahenkli, mütevazı çizgisini, onun dışında Avusturya-Macaristan döneminin merkezdeki halkayı boğmak isteyen cüsseli fakat zevkli haşmetini, onun dışında Tito Yugoslavya’sının soğuk ve ne yapacağını hâlâ kestiremeyen yüzünü, en dışta ise AVM’ler ve gökdelenlerce yükselen modernitenin plastik ve sun’i cakasını seyredersiniz. Bu haliyle Sarayova size bir kilometrelik yürüyüşte beş asırlık hikâyeyi anlatabilecek belki de yeryüzündeki tek şehirdir. Ahir ömründe yalan dünyaya dair ne istersin diye bir soran olsa hiç düşünmeden derim ki: Başçarşı’da küçük bir sahaf dükkânını mesken eyleyip ellerimle demlediğim çayı dükkânın önündeki iskemlelere oturup kitabını okuyan gençlere tebessümle ikram etmek. Ha bir de imkânım olursa bazı kitapların arasında üç beş kayme cep harçlığı unutup Muzaffer Efendi merhumun zarif sünnetiyle aşina dostların dua ve tebessümünü almak. Bir sabah namazı sonrası elimde baston başımda takke, dükkâna varmak için Başçarşı’da yürürken asla görmek istemediğim tek bir şey var ki bu yazı işte o tek bir şeyin halline çare olur mu umuduyla yazıldı. Söylediğim vakit; “Ne olur, yahu başka derdin mi yok Serdar Tuncer” diyerek beni ayıplamayın. Herkesin büyük büyük dertlerle uğraştığı şu dünyada benim de memleketime dair küçük bir derdim var, hoş görün.

İlk gittiğimde Başçarşı’da, Blagay’da, Mostar’da dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi dükkânların üstündeki tentelerde ve masaların yanı başındaki şemsiyelerde Amerikalı siyah suyun kırmızılı logosunu görünce çok üzülmüştüm. Eyüp Sultan’da, Hacı Bayram’da, Topkapı Sarayı çevresinde bile gördüğüm vakit beni rahatsız etmeyen Coca Cola ne olmuştu da Bosna’mda kâbus gibi çökmüş üzerime, içimi acıtmış, canımı yakmıştı bu kadar? Bilmiyorum ama belki de şudur: Cola’nın temsil ettiği değerler sistemi Türkiye’de benim bağrımda bir hançer gibi zaten ama Bosna’daki bu mekânlar benim tasavvurumun Avrupa’nın göbeğine serptiği gül bahçeleri. Bağrımdaki hançeri çıkarıp attığımda dökülen kanlardan tekrar kırmızı güller yetiştiririm ben ama gül bahçemi kana bularlarsa orada benim bağrımdaki yangından, benden bir eser kalmaz. Bilmiyorum, orada çekilen her fotoğrafta kubbenin, minarenin, ahşabın, mazinin, vefanın, emanetin o meşum logonun gölgesinde kaybolması büyük bir mağlubiyet ve kabulleniş gibi geliyor bana ve mağlubiyetin bu kadarını kabullenemiyorum.

Oradaki dostlarla istişareler edip TİKA aracılığı ile bu işi çözebilir miyiz diye kıymetli adaşım aziz dost Serdar Çam’la dertleşmiştim. Esnafa hediye edilmek üzere, onların yerine yapılacak şemsiyelerin tasarımından işin maliyetini nasıl çözebileceğimize kadar pek çok konuda ilerlemeler de kaydetmiştik ama olmadı. İhmal mi ettik, zamanı mı değildi bilemem ama olmadı. Geçen hafta Bosna’daydım baktım ki şemsiyeler değişmiş, o bildik kırmızı logonun yerine aynı marka tarafından üzerinde hafif kilim desenini andırır mahiyette, biraz otantik ama her bir desenin içinde öyle gizli saklı da değil aleni bağıran haç işaretleri olan yeni şemsiyeler konulmuş. Kahroldum. Bizim için küçük olan mesele anlaşılan o ki başkaları için hiç de öyle küçük değil. Kapitalizmin bayrağını Avrupa’daki Osmanlı bakiyesinin üzerine dikmek yeterli değil diyor elin oğlu, “madem burası dağların tepesine dikilen devasa haçlarla hilalin semboller eliyle dövülmeye çalışıldığı diyardır, ben o sembolü bayrağıma da kazırım.”

Böyle midir, basit bir tesadüf müdür, ben mi fazla evhamlıyım, çok mu Boşnak’ım bilmem. Buradan Kültür Bakanımıza, Serdar Çam’a, Saraybosna ile kardeş olan belediyelerimizin başkanlarına rica ediyorum:
“Lütfen Blagay’da, Mostar’da, özellikle Başçarşı’da o logonun arasına gizlenmiş bayrağın dalgalanmasına müsaade etmeyiniz. O mekânların asırlar sonra bile hicranla mırıldanmaya devam ettiği değer sistemine, mazisine, manasına uygun zarafette tasarımlarla şemsiye ve tenteler yaptırıp Saraybosna Belediyesi ile müşterek bir çözüm bularak bu meseleyi hallediniz.”
Hatta Diyanet İşleri Başkanımız da müezzinlerin ses eğitimi hususunda tavassutta bulunsalar ve Avrupa’da ezanların okunabildiği yegâne diyarda sokaktan geçenleri hayran bırakacak ezanlar yükselse Başçarşı minarelerinden çok güzel olmaz mı?

Çözmeye takatim olmayan bu küçük derdimi bir telefonla halledebilecek büyük adamların gönlüne emanet etmekle umutluyum. Umarım mesele hallolur da gidip geldikçe duyduğum her ezanda, ihtiyarlığımda sahaf dükkânımın üstündeki tenteyi her açışımda mutlu olmak için bir sebebim daha olur.

#Serdar Çam
#Türkiye