Balkanlardayız. 15 Temmuz’un milletimiz için ifade ettiği ruh ve manayı konuşuyoruz evlad-ı Fatihan’la. Şiirler ve türküler işin bahanesi, biz şiir şiir, türkü türkü Türkiye kadar bir derdi büyütüyoruz içimizde. Şiir ve şuur aynı kökten geliyor derler, doğrudur. Şuursuzluğumuz biraz da şiirsizliğimizin eseri yani ve şiirsizliğimiz şuursuzluğumuzun fakat bu diyarda insanlar, toprak ve gökyüzü hamdolsun hâlâ şiir. Serhat boylarında asırlarca kefereye komşu olmanın getirdiği sorumluluk duygusu ve güzeli temsil yükü, insanları kelimenin tam anlamıyla bileylemiş. Başkasına benzememe iradesi, kendisini temsil derdiyle birleşip muhteşem bir çifte çelik suyuna dönüşünce ortaya kalplere ve ahvale, asalet ve vakar olarak yansıyan fevkalade bir Müslüman Türk portresi çıkmış. Aradan geçen onca inkıta ve inkisara, onca zulme ve acıya rağmen hâlâ kendileri kalarak dimdik ayakta duruşlarını başka türlü neyle izah edebilirsiniz ki?
Osman Nalbant Ağabey; “Balkanlar Anadolu’dan daha Osmanlı’dır” derdi. Ne yalan söyleyeyim, henüz Balkanlar’ı görmemiş ve Anadolu’yu sahiplenme derdindeki toy gönlüm bu ifadeye itiraz ederdi içten içe. Bu diyarlara gelip gittikçe, suyunu içip havasını çektikçe ciğerlerime, insanlarını daha yakından tanıma fırsatı buldukça Osman Ağabey’e hak verir oldum. Meğerse az bile dermiş. Düşünün Üsküp’te Kurşunlu Han’da Cihan Yıldız kardeşim sahneye çıkmış Yemen türküsünü okuyor ve sandalyelerinde oturan beş yüz kişi nemli gözlerle türküye eşlik ediyor. Ama ne eşlik! Beş yüz kişi sanki bu an için haftalarca prova yapmış da profesyonel bir koroymuşçasına, hatta bir tek kişiymişçesine ahenk içinde söylüyor türküyü. Arkasından Çanakkale türküsü, manzara değişmiyor. Yemen’in, Çanakkale’nin 15 Temmuz’la irtibatını bilgiyle değilse bile, bilgiye kök söktüren bir sezişle idrak ettiklerini yüzlerine yansıyan ifadeden anlıyorsunuz. Kenardan, gözyaşlarınızı içinize akıtıp dudaklarınızı ısırarak seyrederken bu harika koroyu, kendinize dönüp diyorsunuz ki: “Balkanlar’da, 15 Temmuz anmasında, Yemen’in türküsünü bir gönül tek ses olup okuyabilen millet elbette büyük millettir.” Merhum İsmail Karakaya Hocam haklıymış, ülkelerin sınırlarını biraz da türküler belirliyor.
Tiran’da ev sahibimiz olan ALSAR Derneği’nin başkanı Mehdi Bey’le oturup sohbet ederken, divanelik sırrından behresi olmayanın neden dava adamı olamayacağını bir kez daha anlıyoruz. Yetime, fakire, garibe kol kanat geren, gençlere omuz veren bu güzide kuruluşun başkanı programdan sonra sohbet ederken diyor ki: Bana yüz Türk lazım ama kırık olacak, akıllı olmaz! Hayırdır abi diyorsunuz? Cevap: Dünyayı değiştireceğim. Yüz kafası kırık (divane) Türk’le dünyanın değiştirilebileceğine inanan Arnavut soydaşımıza kalkıp sarılıyor ve diyorum ki: “Bundan sonra doksan dokuz kişi ara, bir benim.” Sözleştik, Roma’da Cuma namazı kılacağız birlikte.
Tiran’dan Üsküp’e doğru yola çıkıyoruz. Dağların heybetine yakışan bir yağmur gürül gürül uğurluyor bizi. Arabamızı kullanıp mihmandarlığımızı yapan kardeşim yine bir Arnavut. İdi diyor kısaca arkadaşları biz de öyle sesleniyoruz ona. Mola yerinde elinde kahvelerle gelen İdi’yi uzaktan görünce ondan öğrendiğim Arnavutça kelimelerle selamlıyorum onu: “Go Vla!”
Kahvelerimizi yudumlarken dertleşiyoruz kardeşimle, üniversiteyi İstanbul’da okumuş. Dertli bir adam. Şimdi TİKA’da görev yapıyor. Ne yapmalı, nasıl yapmalı bahsinde çok dolu olduğunu görüyoruz. Türkiye ile Arnavutluk’un kaderinin niçin bir olduğunu anlatıyor bize. Sohbet koyulaştıkça kırık ama pek güzel Türkçesiyle Osmanlı’nın buralarda yanlış tanıtıldığını, elli yıllık zulmün neleri nasıl götürdüğünü, ne yaparsak bu gidişatı tersine çevirebileceğimizi anlatıyor. Türkiye’nin yedi yüz seksen bin kilometrekareden, seksen milyon kişiden ibaret olmadığını biliyor; neredeyse diyecek ki; “Türkiye modern dünyanın, sömürü düzeninin, global namussuzluğun yegane muhalefetidir.” İdi işi çözmüş, İdi meselenin farkında. “Allah derdini artırsın kardeşim” diyorum ona; bu yol dertlilerle yürünür, insan dert ettiği şeyi rüyalarında bile görür olmadıkça, rüyalarından bile derdiyle uyanmadıkça bu iş olmaz. Ne güzel söylediniz diyor, ben böyle ifade edemezdim. Kosova sınırında kucaklaşıp vedalaşıyoruz kardeşimle. Umudum büyüyor, Arnavutluk güzel, Arnavutluk bizim ama daha güzel, daha bizim olacak çünkü artık İdi var!
Yolun bundan sonrasını yeni aracımız ve yeni mihmandarımızla gideceğiz. Merhabalaşıyoruz Burak’la, çok güzel bir Türkçe’yle karşılıyor bizi. Türkiye’de üniversite okuyor, okul bitsin dönüp Üsküp’e hizmet edecek. Kalbi çınlasın Fethi Abi’nin, Makedonya’yı dert etmem daha, Türk’ün bu coğrafyadaki istikbalini mazinin heybetine yükseltecek Burak’lar var çünkü ve hamdolsun o kadar çoklar ki!
Kosova’dan Üsküp’e doğru ilerlerken devasa sütunlar üstünde yükselen viyadüklerle dolu bir otoban inşaatı görüyoruz, heyecan içinde dönüp soruyorum kardeşime: Kim yapıyor bu otobanı? Heyecanlıyım çünkü bu eseri bu topraklarda bir Türk firmasından başkasının yapmasını nedense yakıştıramıyorum. Cevap, Üsküp’te yemek yerken TİKA Üsküp Koordinatörü Aytekin Bey’den geliyor: ENKA yapıyor otobanı. Tanımam etmem ama ENKA’nın sahibi benmişimcesine seviniyorum, dualar ediyorum: Allah keder, bela vermesin, hayırlısıyla bitirsinler inşallah.
Üsküp’te program bitiyor, sahneye Aytekin Bey, ev sahibimiz Makedonya Türk Sivil Toplum Teşkilatları Birliği (MATÜSİTEB) Başkanı Hüsrev Emin ve merhum şehidimiz Erol Olçok Ağabey’in eşi Nihal Olçok Hanımefendi fakire çiçek vermek üzere geliyorlar. Seyircinin arasında çiçeği verecek birisini arıyor gözlerim, aranızda Abdullah yahut Tayyib isminde birisi var mı diye soruyorum, bir Abdullah el kaldırıyor kenardan. Çiçeği bütün seyirciler adına Abdullah’a takdim ediyor ve kucaklıyorum kardeşimi, bütün Üsküp’ü asırlık bir özlemle sararcasına.
Şimdi Prizren’e doğru yola çıkıyoruz. Akşama Murat Hüdâvendigâr Han’dan yâdigâr topraklarda ARASTA Derneği’nin misafiri olacağız nasipse. Yolumuzun üstünde bekleyenlerimiz var. Kalkandelen Cerrahi Tekkesi, Vrapçişte köyü, Gostivar... Siz bu yazıyı okuduğunuz esnada ise biz Türkiye’ye dönmüş olacağız. Ama durun, düzeltmeliyim bu ifadeyi, ne demek Türkiye’ye dönmek? İnsan bir yerden başka bir yere yönelmeyi “dönmek” diye tarif eder, oysa buralar zaten Türkiye’ye dönmüş. İşte hemen karşımda Mustafapaşa Camii, masamda sade Türk kahvesi, yanımda yol boyu uzayıp giden Arnavut kaldırımlar, kulağımda yan masalardan yükselen o sevimli Üsküp ağzıyla canım Türkçem. Sağdan sağa dönüyorum denir mi hiç? Yahut evden eve dönülür mü? Ne demek Türkiye’ye dönmek?
Ricamdır: Üsküp’ten sorarlarsa size; Makedonya’nın başkenti demeyin sadece, yahut Priştine’den sorarlarsa Kosova’nın başkenti demeyin! Şimdi Makedonya sınırları içinde kalan Üsküp vilayetimiz, şimdi Arnavutluk’a komşu olan Kosova vilayetimiz... Kamu Balkan diyarı için verilecek doğru cevap budur.
Unutmadan, bu topraklardaki ecdad yadigârı eser ve insanlar aslına dönüp kim olduğunu hatırlasın diye gecesini gündüzüne katarak muazzam bir hizmetin bu asırdaki akıncı beyleri olan TİKA’ların mika’ların fedâkâr çalışanlarının da, yaşına başına bakmadan her birinin ellerinden hürmetle öperiz.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.