Bize elveda!

04:002/08/2018, Perşembe
G: 2/08/2018, Perşembe
Serdar Tuncer

“Yavrucuğum! Haberin olsun ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kaya içinde veya göklerde yahut yerin dibinde gizlense, Allah onu getirir, mizanına kor. Çünkü Allah en ince şeyleri bilir, her şeyden haberdardır.”(Lokman sûresi 16. ayet-i celile meali)Gün geçmiyor ki vicdanımızı sızlatan yeni bir hadiseyle karşılaşmayalım. Bir gece arabanın arkasına bağlanıp sürüklenen zavallı bir köpek kaçırıyor uykumuzu, bir sabaha babası yaşındaki adamı tekme tokat döven bir insafsızın görüntüsüyle

“Yavrucuğum! Haberin olsun ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kaya içinde veya göklerde yahut yerin dibinde gizlense, Allah onu getirir, mizanına kor. Çünkü Allah en ince şeyleri bilir, her şeyden haberdardır.”

(Lokman sûresi 16. ayet-i celile meali)



Gün geçmiyor ki vicdanımızı sızlatan yeni bir hadiseyle karşılaşmayalım. Bir gece arabanın arkasına bağlanıp sürüklenen zavallı bir köpek kaçırıyor uykumuzu, bir sabaha babası yaşındaki adamı tekme tokat döven bir insafsızın görüntüsüyle başlıyoruz. Bir an geliyor yemek sofrasından torunu yaşındaki çocuğa musallat olmaya çalışırken yakalanan rezil bir mahlûkun haberiyle kusarcasına kalkıyoruz, bir başka vakit masum hayvanlara zevk için işkence yapan sefil bir varlıkla aynı sıfatı paylaşıyor olmakla kaçıyor iştahımız. Bunlara benzer olayların yeryüzünün dört bir yanında çoktandır yaşandığını bilmez değildik ama ne yalan söyleyeyim böyle şeyler bizde olmaz diyorduk. Bir de baktık ki ortada ne biz kalmışız ne de bizden bir eser... Savrulmuşuz, kaybetmişiz, kaybolmuşuz.

Allah’a kulluğun hemen ardından, mahlûkata şefkat umdesini terennüm eden bir anlayışın mensuplarıydık biz. “Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler size merhamet etsin” idrakinin varisleriydik. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” düsturuna ram olmuştuk. Yarın Allah katında sana nasıl davranılmasını istiyorsan bugün Allah’ın yarattıklarına öyle davran diyen bir çağrıya gönül vermiştik. Mekke’ye fetih için girerken yavrulayan bir köpeğin başına zarar görmesin diye iki nöbetçi diken bir peygamberin ümmeti olmakla iftihar ederdik. İmam-ı Gazali’nin vefatından sonra kendisini rüyada gören birisine, sana nasıl muamele ettiler sualine cevaben, “yazdığım kitaplar, eylediğim salih ameller, yetiştirdiğim talebeler hepsi boşa çıkıverdi, dediler ki; hani bir gün elindeki kamışı hokkadan çıkardığında mürekkebin üstüne konan sineğin uçmasını beklemiştin ya, ona duyduğun merhamet sebebiyle seni affettik” deyişiyle gözünden hayret içre yaş dökülen kimselerdik. Bistam’lı Bayezid’in bir karıncayı yuvasına bırakmak için Hemedan yoluna tekrar revan oluşunu şefkat tasavvuruna remz eyleyen bir şuura meftun olmuştuk.

Ne oldu bize, biz ne ara böyle olduk?

Günahkâr bir adamdı hani İbn-i Asfur, elinden illallah etmişti cümle köy ahalisi. Bir gün çarşıda dolaşırken ellerindeki kuşa eziyet eden çocuklar görmüştü de kalbi yumuşamış, Allah için o kuşu kurtarmaya niyet etmişti. Çocukları ikna etmek için uğraşmış, en son para verip o kuşu gökyüzüne salıvermişti sevinçle ve kendisine denilmişti ki: Sen bizim için o kuşu azat ettin, biz de bu merhametine karşılık olarak seni cehennem ateşinden azat ediyoruz. Bu menkıbelerle büyümüştük biz ve buradan hissemizi alırken bütün günahları işlesen de bir kuşu azat ediverir kurtulursun beleşçiliğiyle değil, Allah için mahlûkata gösterilen merhametin ne kadar günahkâr olsak da affa vesile olabileceği hissiyle yapmıştık yorumlarımızı. Günahı basitleştirmek müptezelliğine hiç düşmeden, merhameti yüceltme kıvamına ermişti kalplerimiz bir kalemde.

Seyyid Abdulhakim Elhüseyni hazretlerinin, taşları peygamber mescidi tevazuu ile örülmüş kâgir bir dört duvar içinde, yaz sıcağında kendisini defalarca rahatsız eden bir sineği ellerini çırparak öldürdükten sonra çok mahzun olduğunu okumuştuk kitaplarda. Mollaları etrafına toplayıp mahcup bir ifade ile “Biz böyle bir iş yaptık, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) hayatına bir bakıverin benzeri bir durum var mıdır” diye umutla sorduğunu öğrenmiştik. Mollalar ellerinde kitaplarla gelip Peygamber Efendimiz’in de iki üç defa benzer durumda aynı işi bu şekilde yaptığını söyleyince, mahcubiyetin yerini neşenin aldığı gözlerle tebessüm ederek, “Elhamdülillah bir sünnete daha mutabâtımız oldu” deyişini kalplerimiz sızlayarak öğrenmiştik.

Ne oldu kalplerimize, o sızıyı nerede yitirdik?

Sami Efendi hazretlerinin vapura binmek için iskeleye her gelişinde jeton satan görevliye ücreti hep bozuk paralarla ve hep tam verdiğini duyduğumuzda yüzümüze yayılan bir şaşkınlığımız vardı bizim. Niçin böyle yaptığını öğrenince yola, yolcuya ve yolculuğa tarifsiz bir hayranlığa dönüşen çocuksu ve saf şaşkınlığımız... Görevli sormuştu hani; “Bey baba jetonun ücretini hep tam veriyorsunuz, merakımızı celbetti bizim de, acaba bozuk para alınıp verilen bir işle mi iştigal ediyorsunuz?” Yüzümüze tebliğin, tefekkürün, zarafetin, en nazenin hali ile müşfik bir tokat gibi inen o muhteşem cevabı nasıl unuturuz: “Yok efendim, size bütün para verirsem, sizin para üstünü vermek için harcayacağınız zamanda şu sırada bekleyen insanların hakkına girerim diye endişe ediyorum, tedarikli gelişim ondandır!”

Kalbimize küpe olası, Muhammed (s.a.s) rayihalı ulvî ihtarımız vardı bizim, müflisi parası varken her şeyini kaybeden insan diye değil; onun bunun hakkını yediği, malını gasp ettiği, zulmettiği, dedikodu ve gıybetini yaptığı için dağlarca sevapla geldiği Divan-ı Hakk’tan dağlarca günahla ayrılıp cehennemin yolunu tutan kimse diye tarif eden… Şiirlerimiz vardı bizim; “Felekte hâsılı insan isen bir canı incitme/Günahkâr olma Fahr-i Âlem-i Zîşan’ı incitme” diye başlayan, “Canım erenler yolu inceden ince imiş/Süleyman’a yol kesen şol bir karınca imiş” diye bitmeyen... Yedi cihana hükmeden padişahlarımız vardı bizim “Yarın Hakk’ın divanına varınca/Süleyman’dan hakkın alır karınca” ihtarıyla bahçesindeki karıncaları incitmekten imtina eden. Azizlerimiz vardı bizim, kendisini ilk defa görmeye gelen misafiri elinde olmadan rahatsız edici bir ses çıkarınca o mahcup olmasın diye az işitiyormuş gibi yapan ve o kişi duyup da rencide olur endişesiyle ömrünün sonuna kadar sağır taklidi yapan. Azizlerimiz vardı bizim; en çok da Ramazan günü tekkenin penceresi önünde Kur’ân-ı Kerim okurken dervişânın bir serhoşu uzaklaştırmaya çalıştığını görünce; “Durun, ilişmeyin” diyen, ona istediğinin verilmesini emreden, adamcağızın yemeği bitirdiğini ama zeytine dokunmadığını görünce kalkıp yanına giden, zeytin sevmiyor musun diye soran, aldığı; “Efendi Baba, mübarek gün bu ağızla zeytin yiyemem, o Kur’ân’da geçiyor” cevabıyla gözyaşları içinde içeri davet ettiği serhoşa dervişliğin kapılarını aralayan azizlerimiz...

Şimdi bu zulüm, bu insafsızlık, bu vicdansızlık, bu merhametsizlik nereden, nasıl çıkıp geldi de yerleşti, yetmiş iki bin evliya dölü olan mukaddes Anadolu toprağına birisi söylesin Allah aşkına?

Okuduğumuz her Fatiha’da dudaklarımızdan dökülen din gününden mi kalplerimiz habersiz, yoksa din gününün sahibine mi imanımız tam değil?

“Ey iman edenler iman ediniz” ki yeniden kul, yine biz olalım.

Vah ki vah, eyvah ki eyvah, vâ esefâ!

Bize elveda...

#Veda