İstanbul’da yaşayanlar, hatta belki Ankara, İzmir, Antalya’da yaşayanlar bilir. Ama toplu taşıma aracıyla, ama kendi aracınızda bir yerden bir yere giderken adım adım ilerleyen trafiğin içinde sıkışıp kalmaktan içinizi kasvet basar. Sıkışmışlık hissiyle bunalırsınız, trafikten kurtulup evinize ulaşabildiğinizde ise, gün boyu hiçbir şey yapmamış olsanız bile yorgun hissedersiniz. Yurtdışına çıkmış olanların tecrübe etme şansı olmuştur; New York, Londra, Mexico City, Buones Aires’te de durum farklı değildir. Kent hayatının bir rutini olarak hep acelesi olan kişi, olmazsa olmaz yol çalışmaları nedeniyle 10 metrelik yolu yarım saatte alınca –tabiri amiyane ile- kafayı yer.
Kent hayatı izdiham demektir. Üstelik izdihama sadece araç trafiği neden olmaz. Hıncahınç dolu ofis asansörleri, bayıltıcı ter kokusuyla dolu balık istifi otobüslerden banliyö trenlerine dek genişleyen skalada toplu taşıma araçları, kalabalıktan ve kent umursamazlığından dolayı insanlara çarpmadan yürüyemediğiniz caddeler hep aynıdır. Paris’te de aynıdır, Berlin’de de, Tokyo’da da; Jakarta, Bombay, Hong Kong ya da Şanghay’da da… Ofislerde, okulda, evde hatta mezarlıklarda yer yoktur.
Gözde tatil yerleri de bundan beri değildir, kumsallar insandan geçilmez; Türkiye’de futbol maçında, bir başka şehirde boks karşılaşmasında, mesela Chicago’da bir beyzbol maçında yığın yığın seyirciler bulunur. Konser alanları aynıdır. Büyük kentlerin hangisine giderseniz gidin, sözgelimi New York’ta bir taksinin içinde sıkışıp kalırsınız, Buones Aires’te de sizi bekleyen kader farklı değildir; kent kalabalıktır. Ne kadar büyük ve kozmopolit olursa, kalabalık da, o kalabalığın vandallığı da o ölçüde artar. İzdiham o raddeye gelir ki, belki birer İstanbullu olarak bizim şu an anlamakta zorlanacağımız, hatta insanlık dışı bulacağımız “flatmate” ya da “roommate” olarak adlandırılan “oda arkadaşlığı” durumu; Londra, New York, Chicago gibi yaldızlı Batı kentlerinde evlerin oda oda yabancılara kiraya verilmesiyle mümkün olur.
Eskiden sosyologlar küreselleşmeyi tarif ederken dünyanın her yerinde birbirine benzeyen havaalanlarını, dünyaca ünlü büyük otel zincirlerini ve Express yolları, otobanları benzeşmeye örnek göstererek bu gibi yerleri “yer-olmayan” olarak tarif ederdi. Doğrusu en son yaptığım Buones Aires ziyaretinde yarım saat içinde bir metre ilerlemeyen trafiğin içinde kendimi İstanbul’da hissetmemle, küreselleşmenin sadece belirli mekanlar değil, her bir ayrıntısıyla tüm metropoller ve o metropollerin içinde yaşayanların davranış biçimleri için de sözkonusu olduğu düşündüm.
İçinde dönüp durduğu fasit daireden başını kaldırıp görebilen var mı bilmiyorum ama korkunç bir kabusun içinde yaşıyor gibiyiz hepimiz. Kentler yayıldıkça ve genişledikçe, kabus da büyüyor. Kentler neden durmaksızın genişliyor sorusuna gelince; modern mimarinin gökdelen sevdasından, dikey mimari tutkusundan tutun, kentlerin modern hayatın alternatifsiz tek mekanı haline getirilmesine dek onlarca sebep sayabiliriz buna. Öyle ki, Batı’da kent dışındaki ikamet alanları olarak tasarlanan “banliyö” mahalleleri bile çözüm olmadı bu genişlemeye. Aksine kent merkezine giden yeni yollar yapılmak zorunda kalındı ve mesai saatleri başlangıç ve bitişinde tıpkı kent merkezlerinde olduğu gibi kent giriş ve çıkışlarında da araç trafiği olmasına sebebiyet verdi.
Velhasıl, insanlığın geldiği nokta bu. Yapay ışıklandırmalar altında, elektronik aletlerle çevrili yapay bir dünyada, her gün koşturarak rutin bir hayata yetişmeye çalışan bireyleriz hepimiz. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ında sürekli aynı döngüde çalışan fabrika işçisi imgesi, endüstri devrimi sonrasındaki makineleşmeyi ve elbette yabancılaşmayı anlatıyor, fabrika işçiliğinin öğütücülüğünü hicvediyordu. Elbette günümüzde çalışma koşulları endüstri devrimi dönemlerindeki kadar acımasız değil; ama öğütücülük baki. Hayat eskiye oranla daha konforlu, ama daha iyi değil…
İlk dönem modernizmde seri üretim ve bambaşka bir yabancılaşma vardı; oysa günümüz kent insanı da daha iyi durumda değil. Birey, kendisini bir ailesi olsa bile yalnızlığa sevkeden kent yaşamında kapılmış olduğu rutin yaşam döngüsünden çıkıp bir parça mutlu olabilmek için tüketimle, alışverişle avunmayı yeğliyor. Bu durum o raddede ki, toplumu anlamaya ve açıklamaya çalışan teoriler içinde bir alışveriş teorisi var.
Bu yazıyı yazarken amacım, kent kalabalığından çıkıp tüketime varmak değildi elbette. Dünyanın bütün büyük kentlerinde tamamen aynı sorunların yaşanmasından hareketle, modernizmin alternatifsiz mekanları olarak tasarlanan kentlerin durumunu sorgulamaktı. Elbette bu, tek bir yazının konusu olamayacak kadar geniş ve derin bir mevzu ama herhalde modern kentlere kuşbakışı bakıp şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; insan kırda, köyde rahata erişemedi ama metropollerde de bir türlü mutlu olamadı.
Peki sürekli depresyondan, kaygıdan ve hızdan şikayet eden, ama modern hayat ancak kent içinde mümkün olabildiği için, bir yandan kenti de bırakamayan bireyin kaderi ne olacak? Hiçbir şey sonsuza kadar ilerlemeyeceğine ve hiçbir şey de sonsuza kadar gerilemeyeceğine göre, yerli yerine oturmanın da zamanı gelir herhalde. Adı büyük ama kendisi küçük, düzenli, minimal ve tarihsel Avrupa şehirlerine bakıp hayıflanıyor insan...
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.