İstanbul’a neler oldu?

04:008/02/2019, Cuma
G: 8/02/2019, Cuma
Özlem Albayrak

Geçtiğimiz Salı günü yazdığım, İstanbul’da Neler Oldu başlıklı yazıdahttps://www.yenisafak.com/yaza...Refah Partisi’yle başlayıp AK Parti ile devam eden; 1994 yılında Erdoğan tarafından başlatılan, daha sonra AK Partili diğer Başkanlar tarafından devam ettirilen belediyecilik anlayışını değerlendirmiş ve bu dönemde İstanbul’u hemen tamamen kapsayan bir standartlaşma sağlandığını söylemiştim. Hem mimari olarak eşitlenme, hem de şehir sakinlerine sunulan hizmetlerin sadece merkeze değil, çevreye de

Geçtiğimiz Salı günü yazdığım, İstanbul’da Neler Oldu başlıklı yazıda
Refah Partisi’yle başlayıp AK Parti ile devam eden; 1994 yılında Erdoğan tarafından başlatılan, daha sonra AK Partili diğer Başkanlar tarafından devam ettirilen belediyecilik anlayışını değerlendirmiş ve bu dönemde İstanbul’u hemen tamamen kapsayan bir standartlaşma sağlandığını söylemiştim. Hem mimari olarak eşitlenme, hem de şehir sakinlerine sunulan hizmetlerin sadece merkeze değil, çevreye de eşit şekilde dağıtılmasının demokratik bir adım olduğunu ve aynı zamanda yoksul kitlelerin gönlünü aldığını söylemiştim. 1994’ten bu yana inkıtasız devam eden başarının sırrı bu.


Öte yandan bu durumun da bir diyalektiği var; yapılan işlerin bazı öngörülmeyen sonuçları oldu, oluyor. Bunlardan birincisi, depreme karşı güvenlik tedbiri gibi faktörler bir yana, mimari açıdan kentin görüntüsünü eşitlemeyi ve güzelleştirmeyi de içeren kentsel dönüşüm; ortaya çıkan rant nedeniyle dönüşüm yapılan yerlerin “soylulaştırılması”na ve dönüşüm bölgesinin eski sahiplerinin yerinden edilmesine neden oldu. Bu durumun sosyolojik sonuçları var. Nitekim Fikirtepe’de, Tarlabaşı’nda, Maltepe’de yaşanan ve haberlere konu olacak boyutlara gelen kavgalar; 2010’lu yıllarda üzerine yüzlerce köşe yazısı yazılmak zorunda kalınacak derecede büyüyen Tophane olayları, medyada sık sık yeralan Sulukule örneği bu minvalde şeylerdi…

Çünkü kentsel dönüşümle ortaya çıkan durum, ecnebilerin gentrifikasyon dediği soylulaştırmaydı; yani yeni inşa edilen binalara gelir düzeyi görece yüksek, farklı yaşam tarzına sahip olan sınıfların yerleşmesi, bu sınıfların semtin eski sakinleriyle yaşadığı uyum sorunu ve elbette eski sakinlerin ekonomik güçlerini aşacak derecede pahalanması nedeniyle semtlerini terk etmek zorunda kalması… Yani, temel gerekçe güvenlik olsa da vatandaşın imkanlarını eşitleme gibi bir amaca da matuf olan çalışmalar, yeni ayrılıklara neden oldu; eskileri yerinden edip şehrin periferisine itme sonucunu doğurdu.

Aynı şekilde, herkesin şikayet ettiği dikey yapılanma da, haklı estetik itirazların yanı sıra, İstanbul’un yeniden gettolaşmasına, sınıfların birbirinden kalın duvarlar, yüksek çeperlerle ayrışmasına neden olan temel sorunlardan birini oluşturdu. Doğrudur modern zamanlarda, kültürel olarak global sistemin bir parçası olmuş; ekonomik olarak küresel ağın bileşeni haline gelmiş büyük metropollerde şehir merkezleri gökdelenlerle doludur ve İstanbul da bundan beri değil. Öte yandan bizdeki yüksek bina aşkı sadece Levent’le sınırlı değil; Kartal’ından Başakşehir’ine dek başınızı ne yana çevirseniz, 20 ya da 30 kattan aşağısını çok az görebileceğiniz binalarla dolu her yer.

Her kültürün mimari bir kimliği vardır; ABD verandalı evleriyle, İngilizler bahçe detaylı yapılarıyla, Fransızlar dikey kesimli gotik evleriyle, Avrupa’nın pek çok halkı, ölçülü bir dünyevi tarz yakalayan yan yana duran birkaç katlı mütevazı yapılarıyla tanınır. İtalya’nın mimari tarzı estetikle, sanatla doludur; Güney Amerika’da ise genel olarak barok tarz hakimdir.

Bu anlamda zengin bir kültürel mirasın üstünde oturan Türkiye’ye baktığımda ise gördüğüm tek şey; mimari açıdan ruhsuz, hiçbir şeye benzetemediğim, şaşırtıcı ve cazip bir özelliği olmadığı gibi, boğan bunaltan bir kakofoni oluyor. Gökdeleninde de aynı durum sözkonusu, iki katlı betonarme konutunda da… Eklektik kıvamın tutturulması postmodern bir tarz sayılabilir ama o da yok; tamamen bir tuhaflık hali.

Görüntü şu; şehrin kalabalığından şikayet edip, şehre ancak yeni kalabalıklar çekmeye yarayan onlarca katlı binalar yapıyoruz; yeşil alan eksikliğinden yakınıp, insanları, ışığa, temiz havaya ve temel kent olanaklarına ulaşmaktan mahrum eden inşaatlara onay veriyor, bulduğumuz her yeşilliğin üstüne beton döküyoruz. Mahalle kültürünün ölmesinden, insanların birbirine selam dahi vermemesinden rahatsız oluyor; şehri, insanları evinden işine, işinden evine ulaşmaya çalışan mekanik birer robotlara dönüştürecek şekilde tasarlıyoruz.

Ama bunu tek bir döneme indirgemek haksızlık olur; öteden bu yana böyle gelmiş İstanbul, böyle de gidiyor. Yani, “25 yıla yakın süredir İstanbul AK Parti zihniyetinin elinde, bu görüntünün sorumlusu onlar” diye ilenecekler varsa, 25 yıl önce de İstanbul’un Boğaz şeridi dışında, neredeyse devasa bir gecekondu bölgesi olduğunu hatırlatmak gerekir ki, amacımız kıyaslar, karşılaştırmalar değil; tabir yerindeyse “dertleşmek”…

Sözün özü, dikey yapılaşma toplumu sadece robotik birer makine parçasına dönüştürmüyor; şehri kalabalıklaştırdığı ve yeşil alanları yok ettiği gibi, ayırıyor da. Varlıklı kesim yüksek katlarda ayrıcalıklı olduğunu hissederek çevresine güvenlik korumalı çitler örerken; gideri çok yüksek olan bu binalarda oturma imkanı olmayan yoksullar da şehrin kenarından bakarak bir gün o oralarda yaşayabilmek için iç geçiriyor…

İstanbul’da altyapı sorunu yok gibi; artık belediyenin ivedi görevi imkanların halka eşit ulaşımını sağlamak ve dikey yapılaşmayı sona erdirerek İstanbul’u en azından bundan sonra içinde yaşanabilir, nefes alınabilir bir şehre dönüştürmeye çalışmak olmalı. Bu, oyları belirleyecek değişkenler arasında başa oynar bana kalırsa… Eksiğimiz yeni yollar ya da kanalizasyon sistemi değil zira; tarih, kültür, estetik bilinci…

#İstanbul
#Kentsel Dönüşüm