Amerikan budalalığı-2

04:0021/09/2018, Cuma
G: 21/09/2018, Cuma
Özlem Albayrak

Eskiden tüm dünyada aynı olan mekanlar, sosyologların diliyle “yer olmayan yerler”, havaalanları, otel zincirleri, otobanlar, stadyumlar ve alışveriş merkezleri gibi yerlerdi. Yani Tokya’da da, New York’ta da, Londra’da da, İstanbul’da da bir havaalanının içine girdiğinizde, -led panellerde akan yazılarda yerel dile eşlik eden dil hep İngilizcedir- hangi şehirde ya da ülkede olduğunuzu anında çözemeyebilirsiniz. Demek istediğim, bu mekanlar dünyanın her yerinde aynıdır; her zaman tercih ettiğiniz

Eskiden tüm dünyada aynı olan mekanlar, sosyologların diliyle “yer olmayan yerler”, havaalanları, otel zincirleri, otobanlar, stadyumlar ve alışveriş merkezleri gibi yerlerdi. Yani Tokya’da da, New York’ta da, Londra’da da, İstanbul’da da bir havaalanının içine girdiğinizde, -led panellerde akan yazılarda yerel dile eşlik eden dil hep İngilizcedir- hangi şehirde ya da ülkede olduğunuzu anında çözemeyebilirsiniz. Demek istediğim, bu mekanlar dünyanın her yerinde aynıdır; her zaman tercih ettiğiniz bir otel zincirinin Tokyo’daki odasında da, Paris’teki odasında da aynı şartları bulursunuz.



Yerin belirleyiciliğinin ve yerelliğinin kalmadığı yerlerdir buralar; anlıktır, işinizi görür ve çıkarsınız. Ama bu durum, hiçbir yere ait olmama hissi verir insana. İzlemiş olanlar, Terminal filmindeki yersizlik-yurtsuzluk fikrinin işlenmesine bakarak bile ne dediğimi anlayabilir. Ama görünen o ki bu “yer olmayan yerler” yukarıdaki örneklerle sınırlı kalmıyor, sokaktaki kafelerden, evinizin odalarına dek genişliyor. ABD’deki bir kahve zincirindeki manzaranın aynını İstanbul’da görebiliyor; perde modelinden, ışıklandırmaya, salondaki geniş koltuk seçiminden halılara dek evlerin bile iç görüntüsünün aynılaştığına şahit olabiliyorsunuz.

Bunu anlatıyorum; çünkü mekanı yok eden küreselleşme olgusu, yerel kültürü de silip süpürüyor. Önceki günkü yazımı “…yürürken elde bir şey yiyip içmenin hoş karşılanmadığı bir kültürden gelen ülkelerin sokakları; Starbuckslardan elinde kahveyle çıkan gençlerle doluysa, biz Amerikaya gitmesek bile Amerika bize gelmiş demektir.” diye bitirmiştim. Ve inanıyorum ki İlber Ortaylı söylediklerinde haklı olsa da; çocuklarımızı ABD’ye göndermekten sakınmamız gerekse de; Avrupalılar ABDlilere içten içe burun kıvırsa da; Green Card almakla övünmek küçümsenecek bir durum olsa da; kültürünü ihraç edebilen tek güç hala ABD. Bundan yıllar önce tanıştığım, 10 yıl ABD’de yaşadığı halde hiç McDonalds’a gitmemiş, hiç Starbucks’tan kahve içmemiş olmakla övünen kişiyle, Türkiye’yi çepeçevre sarmış bugünkü kültürü kıyaslayınca tuhaf hisler içine girmemek mümkün olmuyor doğrusu.

Üstelik bundan kaçış da yok. Üzülerek ya da sevinerek söylemiyorum; bir realite olarak teslim etmek gerektiğini düşünüyorum ki; sadece ekonomik ya da sadece siyasi olarak değil, dünya kültürel olarak da küreselleşti ve bu modern dünyanın, çevremizde her an gözlemleyebileceğimiz, bizzat içinde yaşadığımız bir durumu.

Nasıl olduğuna gelince; herşeyden önce mekanlar birbirine yakınlaştı, yani uzaklıkları aşmak için harcanan zaman kısaldı; fiziksel olarak ulaşım araçlarıyla sözgelimi uçakla, temsili olarak da bilginin kıtalar arasında hızla akmasını sağlayan elektronik devrimiyle. Yani New York bize artık günlerce süren gemi yolculuğu mesafesinde değil, uçakla 11 saat mesafede. Keza bilgi de binlerce kilometre katederek gidip almayı gerektirmiyor, bunun için bilgisayarın bir tuşuna basmak yeterli oluyor.

Dolayısıyla farklı olan kültüre erişim o kadar kolay ki; bu kültürler içinde baskın olan kendini dayatıyor. Ama mesele sadece erişim kolaylığı da değil; Japonya da başarılı bir teknoloji üreticisi olmasına rağmen baskın kültür Amerikan kültürü olduğu için, Japonların teknolojisi genç nesillerin Amerikan kültürüne erişimini ve bu kültürü içselleştirmeyi sadece kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor.

“Nintendo Çocukları” diye bir isimleri bile olan, 90’ların Japon gençliği hakkında yapılmış bir araştırma okumuştum vaktiyle. Araştırmaya göre, yeni nesil Japon gençler, önceki kuşaklardan farklı toplumsal değerler ve anlayışlar edinmiş, geleneksel Japon otoritesine daha zor adapte olmaya başlamış ve kültürel olarak çok daha açık, sorgulayıcı ve yaratıcı olmaya başlamıştı. 90’lar Japon gençliği, her şeyin denenebilir, yeniden düzenlenebilir ve programlanabilir olduğuna inanıyordu, onlara göre her şey seçime, girişime, yaratıcılığa ve cesarete açıktı. Araştırmacı, çalışmanın sonunda Japon gençlerin tanımladığı bu yeni değerlerin şirket kapitalizmi değerleri olduğunu söylüyordu.

Japon gençleri şirket kapitalizminin kültürünü edinirken bir yandan da Suşi, yerel bir Japon yemeği olmaktan çıkıp New York restoranlarında, hatta süpermarketlerinde satılan ve dünyanın her bölgesinden insanın tercih ettiği küresel bir tada dönüştü. Yani yerel olan tat küreselleşti, küresel olan da yerel kültürü dönüştürdü, ama bana kalırsa bu alışverişten daha kârlı çıkan taraf Japonlar olmadı.

Bu durumun temelini yüzyıllar öncesine götürebilir; Doğu’yu Batı’nın olumsuz eşi; geleneği modern olanın kötü ötekisi olarak kodlama zamanlarına dek uzanabiliriz; sanayi devrimi ve sebep olduğu kapitalizmden girip; farklılıkların, çeşitliliklerin yok edilerek dünyanın nasıl homojen bir kültüre ve emperyalizme mahkum edildiğinden çıkabiliriz.

Sonuç değişmez; günümüzde yerel kültürü korumanın –bilinen- bir yolu yok. Sisteme dahil olmak için de, Amerika’ya gitmen gerekmez, Amerika sana gelir; üstünde yaşadığın toprak Amerikalılaşır, içinde yaşadığın toplum Amerikanlaşır. Sana da izlemek düşer.

#Amerika
#Amerikan kültürü