Konu yine mi 15 Temmuz? Evet, yine. Binlerce on binlerce yazı yazıldı, bir o kadar ekranlarda program yapıldı… Konuştuk, yazdık, tamamdır bu iş, hallettik diye bakamayız. Hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Unutmak isteyenleri de dürtüp gaflete düşmekten korumak, bilinçli bir şekilde engellemek gerekiyor.
Okunup rafa konulacak bir kitap değil 15 Temmuz. Bir sinema filmi değil. Her an aklımızda tutmaya mecburuz.
Dilimiz damağımız kuruyana kadar anlatmamız, mürekkebimiz bitene kadar yazmamız şart.
Aksi hâlde, ülkemize göz dikmiş vaziyette bekleyip hedefini asla değiştirmeyenler, günün birinde boşluk bulur ve hedefine ulaşır.
Söz konusu olan vatan.
Bizim için vatan, toprak parçasından ibaret değil.
İstiklalimiz ve istikbalimiz demek.
Coğrafyayla beraber, tarih demek.
Hem geçmişimizden hem geleceğimizden bahsediyoruz.
Bedelini şehit kanlarıyla ödediğimiz bu vatana göz dikenlere fırsat vermekten kaçınmak için her zaman uyanık olmak görevimiz. Bu sorumluluktan kaçamayız.
Kırk türlü yöntem deneyip başarısız olanlar, son hamle olarak darbe planını devreye soktular.
Gerçek anlamda bir işgal planıydı.
Hakkını teslim etmek lâzım, titiz hazırlanmıştı. En ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Bunu sonradan anladık.
Bir tek hata yaptılar. Bir yerde hesap etmedikleri bir husus vardı. O husus, elbette bu milleti tanımamak diye özetlenebilir. Vatan deyince, akan suların duracağını düşünemediler.
Reis, milleti çağırınca, meydanları ve sokakları işaret edince, kim evde durabilirdi?
Kimi pijamasıyla çıktı dışarı, kimi terliğiyle.
Evinde oturanlar vardı tabii. Tıraş olup duşa girenler, çıkışta beyaz gömlek üstüne kırmızı kravat takıp müjdeli haber bekleyenler, olan biteni ekrandan seyredenler…
“Başardık, gel şu koltuğa otur” denileceğine içtenlikle inananlar.
Başbakan da hazırdı zaten. Yıllardır söyleyip duruyordu. Hatta fırsat buldukça “yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek sinyal gönderiyordu açık açık.
Cümle âlem biliyor onların kim olduğunu.
Vaktiyle “Darbe olursa, tankın üstüne ilk ben çıkarım” diye tafra atanlar, caka satanlar, o gece havaalanından çıkabilmek için geri dönmüş, kalktıkları yerlere tekrar oturmuşlardı. Bir süre sonra tanklar kenara çekildi, koridor açıldı, beyler rahatça çıktılar. Dikkat ettik, çıkarken ellerini kollarını sallıyorlardı.
O geri dönüş ile tankların çekilip yol açması arasında kimlere telefon edildi, kim kiminle ne konuştu, hâlâ bilmiyoruz. Kayıtları vardır da bizim haberimiz yok.
15 Temmuz gecesi yaşananlar o kadar büyük çaplıydı ki, ufak ayrıntılar sonradan akla gelmeye başladı.
Mesela ufak ayrıntılardan biri, tankların yol açtığı şahıs, Ankara’dan İstanbul’a uçakla geliyor ve bir belediye başkanının evine gidiyor.
Sebebi sorulunca, çünkü otellerde yer bulamamışlar.
Turgay Güler’in dilinde tüy bitti o sahne üzerine konuşmaktan. Yahu arkadaş, o nasıl bir iştir ki koskoca genel başkan, Ankara’dan İstanbul’a geliyor fakat hiçbir otelde yer bulamıyor. Olacak iş mi?
Hangi otelleri aradınız? Nereye sordunuz?
Bu sorulara cevap olarak bir tane ‘tık’ bile gelmiyor. “Kem küm” edip geçiştiriyorlar.
Genel başkanların gidecekleri gelecekleri yerler en az bir hafta önceden programlanır. Yeri yurdu ayarlanır. Ne yapacakları, nereye uğrayacakları, saat bazında bellidir. Sen nasıl böyle aniden yola çıkıp İstanbul’a geliyor ve yer bulamıyorsun?
Hangi oteli arasa yer açarlardı.
Yorum şu: Herhalde plan program başkaydı. O gece darbe teşebbüsünde bulunanlar başarılı olacak ve sonra kimse nereden geldin, kaçta geldin, nerede bekledin diye sorma gereği duymayacaktı.
Bu şahıslar ve saz ekibi, daha sonra 15 Temmuz için ‘tiyatro’ demeye başladılar. “Kontrollü darbe” diye bir yakıştırmada bulundular.
Ulan dedim ben de o sözü duyunca; kontrolsüz darbe mi olur? Elbette kontrollüydü. Ama kimin kontrolünde?
Hadise, sizin kölesi olmaktan çekinmediğiniz, gönülden bağlı olduklarınız tarafından başlatıldı fakat sonra kontrol bizimkilerin eline geçti.
Millet olaya el koydu.
Darbeyi yaptıran belli, yapan belli.
Yakın zamana kadar herkesin cemaat diye bildiği bir ekip.
“Karıncayı bile ezmez” denilen bir kadro.
“Çakı bile taşımaz bunlar” diye ekleyen de olurdu.
Karınca ezmek-ezmemek ölçü olsa, en kanlı darbeleri karıncayiyen adıyla bilinen bir hayvan var, onlar yapardı.
Çakı bıçak taşımak-taşımamak da ölçü olamaz. Gördük nitekim. Çakı bile taşımayanlar, tanklarla, uçaklarla, helikopterlerle halkın üstüne saldırdılar. TBMM’yi bile bombaladılar. Daha ne?
Mermiler, bombalar yağdı.
Gözü dönmüş düşman askeri gibi ateş ettiler. Ölüm saçıyorlardı.
O gece 251 yiğidimiz şehit düştü. Binlerce kişi yaralandı.
O gece meydanlara çıkıp vücuduyla düşmana karşı duran kim varsa, yaralanmasa bile hepsi gazidir. Büyük bir mücadeleden zaferle çıkılmıştır.
Meclis de gazidir, millet de.
İki küçük taş parçası durur hep evimdeki masanın kenarında. Biri Meclis’ten, diğeri Mustafa Cambaz’ın kabrinden.
15 Temmuz demek, bizim için hem vatan hem de Mustafa’nın şehit olması demek. 251 kişi içindeki tek basın mensubuydu.
Gümülcine’de doğmuş, okumak için Türkiye’ye gelmiş, bir daha dönmeyi aklına getirmemişti. Öğrencilik yılları boyunca çok defa gidip gelse de bir yerden sonra gidemez olmuştu.
Askerlik çağı gelince, Yunan ordusunda asker olmayı kendine yakıştıramadığından, pasaportunu yırtıp atmıştı. Hem de Yunanistan’ın İstanbul Konsolosluğunda.
Türkiye de vatandaşlık vermemişti. Son gününe kadar vatansız olarak yaşadı. Kimliği ve ehliyeti yoktu. Araba kullanmak zorunda kaldığı zamanlarda, direksiyonda onu kimse konuşturamazdı çünkü sürekli okurdu. Neredeyse hatim indirirdi.
İkamet tezkeresi ile idare etti yıllarca. Şehit olmasından bir hafta ya da on gün sonra Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlık verildi.
O günlerde bir gün yirmi dört saatten fazla gibi geliyordu. Çok yoğun geçiyordu.
Külliye’de şehit aileleri ile toplantı düzenlenmişti; eşi ve oğluyla beraber oraya giderken telefonla öğrendik vatandaşlık konusunu.
Batı Trakya’dan gelenlere kolayca vatandaşlık verilmediğini, bunun bir devlet politikası olduğunu biliyordu Mustafa.
O yüzden çok ısrarcı davranmıyordu. Hatta umursamazlık içinde boş veriyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam altı ayda bir yenilenen ikamet tezkeresini aldığında, kimi zaman süresi dolmuş oluyordu.
Köyünü, annesini, babasını, ablasını, ağabeyini ve bütün tanıdıklarını nasıl özlediğinin yakından şahidiydik.
Menetler Köyü’ne son gidişi bir bayram öncesine rastlamıştı. Biri ihbar etmiş, (kimin ihbar ettiğini de bilirdi) polisler peşine düşmüş.
Bayram sabahı aceleyle evden çıkıp tarlalar arasından koşarak kaçmıştı. “Polis istese, hemen yakalayabilirdi” derdi.
Çünkü onların politikası da orayı Türklerden her ne şekilde olursa olsun arındırmak üzerine kurulmuştu.
Bizimkiler nasıl ki “isteyen gelsin” demiyorsa, onlar tam tersine “mümkün olduğunca çok kişi gitsin, buralar tamamen bize kalsın” düşüncesinde.
Günün birinde misak-ı millî sınırlarımız aklımıza gelir de hakkımız olana sahip çıkmayı düşünürüz diye korku içindeler. O korkuyla neler yaptıklarını görüyoruz.
Dolayısıyla köyünde yakalayamazsa, bir telefon ederler, sınırı geçerken yakalayabilirlerdi.
Türkiye’ye geldikten sonra süresi dolan pasaportunu yenilemek için konsolosluğa başvurunca, “Öyle olmuyor be kuzim… Senin gidip askerlik yapman lazim” demişlerdi. Sonrasını biliyorsunuz.
“Askerlik yapacaksam, şerefli Türk ordusunda yaparım. Bana generallik
bile verseniz sizde asker olmam” demişti.
Anlatırken, büyük kahkahalar atardı.
15 Temmuz gecesi saat 00.35’te şöyle bir mesaj yazmıştı: “Başkomutan Erdoğan’ın isteği ve emriyle sokağa çıkıyoruz.”
Hiç yanından ayırmadığı, kolu gibi vücudunun parçası hâline gelmiş fotoğraf makinesini bile yanına almamıştı.
Mustafa bu vatana vatandaş olamadı ama bu vatan için şehit düştü.
01.15’te beni aramıştı.
Çengelköy’de karakolun karşı tarafında olduğunu, askerlerin vatandaşa kurşun sıktığını söyledi. Daha doğrusu asker kıyafetli teröristler. Ya da darbeciler, işgalci uşakları.
Kendi ifadesiyle “Bu şerefsizler.”
Her zaman fevri davrandığını biliyordum.
Biz Vatan Caddesi üzerinde Emniyet binası önündeydik. Vatanı emniyete almak isteyen kalabalık arasındaydık. Bir tankın içinden askerî kıyafetli şişmanca birinin zorla çıkartıldığını gördük.
Telefon çalınca, kenara çekilmeye gayret ettim.
“Aman Mustafa, dikkat et, koru kendini, atılma” dedim.
İki dakika sürmedi konuşmamız.
O tersini yapmış. “Siz kimin askerisiniz? Kime kurşun sıkıyorsunuz?” diye haykırmış.
Telefonu kapattıktan birkaç saniye sonra vurulmuş. Göğsünden iki kurşunla.
Vurulduğunu Hikmet Gök’ten öğrendim. Hemen yola çıktım ama hastaneye yetişemedim. Saatlerce köprü üstünde bekledim. O zamanlar adı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü değil, sadece Boğaziçi Köprüsü idi.
Sabaha doğru ancak ulaşabildim. Köprünün bir yönü açılınca.
Rahmetle, hasretle anıyoruz.
Çok özlediğimizi biliyordur; inşallah kavuşuruz.
Pek de acelemiz yok hani. Hasretimiz biraz daha artsın, öyle kavuşalım. Orada bizi beklemekten sıkılacak değil ya.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.