Geçen hafta UEFA, İngiliz ekipleri Manchaster City ile Chelsea arasında 29 Mayıs’ta İstanbul’da oynanması gereken final karşılaşmasını, koronavirüs tedbirlerini gerekçe göstererek tuttu, Portekiz’in Porto şehrine aldı.
Vicdanlara sığan, inandırıcı bir gerekçe mi bu?
Tartışılır.
Bana kalırsa, finale kalan iki İngiliz takımı, maçın İngiltere’de oynanmasını istediği için UEFA bir orta yol formülü olarak böyle bir karar almıştır.
Buna benzeyen, ama vicdanlara sığması çok daha zor bir olay, 2003 yılında da yaşanmıştı.
O yıl, yüzüncü yılında şampiyonluk ipini göğüsleyen Beşiktaş, Şampiyonlar Ligi’nin de tozunu attıran cesur bir futbol oynuyordu.
Şampiyon, gruptaki en güçlü rakiplerden olan Chelsea’yi kendi evinde Sergen Yalçın’ın attığı gollerle mağlup ettikten sonra İngiliz ekibini İstanbul’da ağırlamak için beklemeye başladı.
Ancak o sırada tuhaf bir gelişme oldu.
İngiliz takımı İstanbul güvenli bir şehir değil diyerek, UEFA’ya başvurdu.
Eş zamanlı olarak İngiltere Dışişleri Bakanlığı, bir seyahat notu yayınlayıp vatandaşlarından Türkiye’ye seyahat yapmamalarını istedi.
Devamında UEFA da araziye uydu, gerçekten İstanbul’un güvenilir bir şehir olmadığına hükmederek maçın Almanya’nın bir kentinde oynanmasına karar verdi.
Beşiktaş o maçı kazanamadı ve gruptan çıkma şansını kaybetti.
Tabii, maçı kaybetmekten daha onur kırıcı olan, takımın kendi evinde oynama hakkının elinden alınmasıydı.
Aradan iki yıl geçtikten sonra, 2005’in Temmuz ayında terör, bu defa Londra’yı vurdu.
Metro saldırıları, İngilizlere büyük korku yaşattı, Londra acaba ne kadar güvenilir sorusu, herkesin zihnine hücum etti.
Tam da böyle bir atmosferin ortasında, o dönem Başbakan sıfatını taşıyan Tayyip Erdoğan’ın gezisini izlemek için gittiğim Londra’da, aklıma iki yıl önce yaşananlar geldi.
Downing Street’te Tony Blair’in Erdoğan’la yaptığı basın toplantısında soru sorma imkânı bulunca, Blair’in gözlerinin içine bakarak şu soruyu sordum:
“İki yıl önce terör bizim ülkemizi vurdu. O dönem, Dışişleri Bakanlığınız Türkiye’ye seyahat etmeyin çağrısı yaptı. Onun da üstüne benim takımım, (yani Beşiktaş) Chelsea ile oynayacağı maçı İstanbul’da oynayamadı ve kaybetti. Terör şimdi Londra’yı vurduğuna göre, o dönem aldığınız kararların adil, dürüst (fair) kararlar olduğunu düşünüyor musunuz?”
Blair, sabırla dinledikten sonra, cevabının içerisinde, “Sorunuzdan etkilendim” diye bir ifadenin de geçtiği birkaç cümle kurdu.
Geçiştirmedi yani.
İçten bir özeleştiri vardı sözlerinde.
Benim açımdan maksat hâsıl olmuştu.
Hem, Türkiye’ye karşı sergilenen çelişkili tutumu, hem de 6 yaşından beri siyah beyaz renklerine gönül verdiğim takıma karşı yapılan haksızlığı İngiliz Başbakanı’na kabul ettirmiştim.
Cumartesi akşamı, Beşiktaş’ın şampiyonluk gecesinde, bitmek bilmeyen saniyeler sırasında hatırladım bu anekdotu.
Bu bitmek bilmeyen saniyeler ilk defa oluyor da değil tabii.
80’li yıllar boyunca radyo başında fazlasıyla yaşadım böyle anları.
Rahmetli babamla bağ tımarı için gittiğimiz Mart ayları genelde, şampiyonluk yarışının kızıştığı zamanlara denk gelirdi.
Maç yayınları sırasında mikrofonlarımız İstanbul İnönü Stadı’nda dendiği zaman, nefesimizi tutar, ‘meşin yuvarlağın’ hangi kaleden içeri girdiğini öğrenmek için heyecanla beklerdik.
Beşiktaş’ın nefes nefese yarıştığı takım, genellikle Galatasaray olurdu.
Metin, Ali, Feyyaz’lı dönem.
Karşı tarafta, en korkutucu oyuncuların Prekazi ve Tanju Çolak olduğu yıllar.
(Hatta şimdi bir an düşündüm, Beşiktaş ile Fenerbahçe arasında at başı giden bir şampiyonluk yarışı en son ne zaman olduğu diye ama bunun cevabını bulamadım. Yoksa, içimdeki Fenerbahçe sempatisi de buradan mı geliyor?)
Necati Karakaya diye bir spiker vardı.
“Mütemadiyen” lafını ilk defa ondan duymuştum.
Çok ‘cool’ bir amca idi.
Kendisine bağlanıldığında maçta gol olduğunu epey bir süre geçtikten sonra öğrenebilirdik.
Bir de kalecilerin uçarak yaptığı kurtarışlara atfen ‘plonjon’ tabirini bolca kullanan bir spiker vardı.
Altay-Beşiktaş, Karşıyaka-Beşiktaş maçlarını anlatan Murat Ünlü.
İlerleyen yaşlarda, hayat telaşının arttığı dönemlerde, futbola olan ilgimde azalmalar olsa da, takip etmekten geri kaldığımı hiç hatırlamıyorum.
Bazen, bunun saçma bir ilgi olduğunu, bana herhangi bir kazanç getirmediğini falan düşündüm.
“Oğlum ne var bunda işte, 22 tane adam bir top peşinde koşturup duruyorlar. Bir o kaleye bir bu kaleye. Bundan sana ne fayda var” dercesine kendimi, kendi kendime telkinler yaparken yakaladım.
Ama olmadı.
Bildiğim, bilmediğim sebeplerden ötürü, Beşiktaş taraftarlığı içimde hep canlı bir heyecan olarak kaldı.
2016’da gelen şampiyonluk ve aynı yıl Avrupa’nın tozunu attırdığı dönemde, içimdeki sevda, çocukluğumdaki günlere geri döndü.
O nedenle futbolla ya da, Beşiktaş’la bu kadar ilgilenmenin saçmalığı üzerinde kafa yormuyorum
Şu Cumartesi akşamını yaşadıktan sonra, bu aralar bunu düşünmek çok ayıp kaçar gibi geliyor zaten.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.