Türkiye’nin şiirini birlikte yazdık, yazıyoruz hep!

04:0014/07/2018, Cumartesi
G: 14/07/2018, Cumartesi
Leyla İpekçi

“Bütün iyi kitapların sonundaBütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonundaMeltemi senden esenSoluğu sende olanYeni bir başlangıç vardır!”Başkan Erdoğan yeni sisteme geçen Türkiye’de, kendisine şahitlik etmeye gelenlere Külliye’de yaptığı konuşmasına Edip Cansever’in bu şiiriyle başladı. Yıllar içerisinde şu kesimden bu görüşten demeden şairlerin hasını konuşmasına dâhil etti Erdoğan her fırsatta.Onu dinlerken Edip Cansever’in şiirine aktı gönlüm. Derken:“Dilimde bu buruk türkü tadıylaBilmem ki buradan

“Bütün iyi kitapların sonunda

Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda

Meltemi senden esen

Soluğu sende olan

Yeni bir başlangıç vardır!”



Başkan Erdoğan yeni sisteme geçen Türkiye’de, kendisine şahitlik etmeye gelenlere Külliye’de yaptığı konuşmasına Edip Cansever’in bu şiiriyle başladı. Yıllar içerisinde şu kesimden bu görüşten demeden şairlerin hasını konuşmasına dâhil etti Erdoğan her fırsatta.

Onu dinlerken Edip Cansever’in şiirine aktı gönlüm. Derken:

“Dilimde bu buruk türkü tadıyla

Bilmem ki buradan nereye giderim!”

diyen ve Madımak otelinde Alevi Sünni çatışmasından medet uman güçlerin korkunç bir operasyonunda, ateşler içinde can veren Metin Altıok’u andım.

O gün gazetedeydim. Sabah gazetesinin Basın Ekspres yolundaki ilk akıllı binasında Aktüel dergisini çıkarıyorduk. Vakit ilerledikçe iktidar ortağı SHP’nin üyelerinden bazıları gelmiş, parti yetkililerine ulaşmaya çalışıyorlardı alevler yükselirken. Kimse biraz sonra ateşin daha da harlanacağını ummuyordu. Yıllar öncesinden yazmıştı meğer Altıok:

“Soluğumla besledim dudağımın ucunda.

Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,

Örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri

Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.

Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,

Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.”

Ah dedim içimden, Türkiye’nin ateşli şiirinden benim gibi yarım asrı devirmiş olanlar ne çok nefes çekmiştir. Bu ülkede yaşayanların ezberinde daima bir Türkiye şiiri vardır. Mısra mısra. Kanla, terle, gözyaşıyla. Geleneğimizde erenlerin aşk divanının mısralarında kaybolana kadar nerelerde soluklanmıştım. Nerelerde çarpmıştı kalbim.

***

Yaşayan Türkiye’nin şairidir bizde her vatandaş biraz. Hem yazdık hem okuduk, tıpkı Başkan Erdoğan gibi aynı şiirin içinde birlikte bir hece olduk bazen, bir nida, bir ünlem, bir durak!

Gerçi Türkiye olarak daha önceden bir siyasi liderle tanışmıştık. Şiir okumasa bile bizzat şiir yazan. 70’li yılların Karaoğlan’ı Bülent Ecevit.

“Dirilten misin beni gövdem

Öldüren misin bilmem

Gördüren misin beni gözüm

Körleten misin bilmem

Bildiren misin bana başım

Gizleyen misin bilmem

Bir ben varım benden öte

Ben misin bilmem!”

Ecevit’i siyaset dışı olmak kaydıyla böyle güzel şiirleriyle anmak; dilimize yenilik adına sokmaya çalıştığı ‘olasılık’, ‘olanak’ gibi kelimeleri kullanma konusundaki ısrarıyla anmaktan elbet daha hayırlı geliyor şimdi.

***

Üniversiteye başladığım yıl gazete ve dergilerde çalışmaya başladığımdan dönemin yayıncı ve kültür hayatının ustalarını tanıma fırsatını buldum. 80 darbesi sonrası herkes kendi şiirini kendi alfabesinde yazmaya çalışıyordu.

Evet, Edip Cansever deyince, Boğaziçi’nde okuduğum üniversite yıllarıma gittim. Yeni Türkiye’nin bugününe gelene kadar 80’lerden itibaren dergi ve gazetelerin, çok kanallı döneme geçişin, gelişip dönüşen kültür sanatın, özellikle yayıncılığın içinde yoğrulmuş biri olarak meğer Türkiye’nin hafızasına giderek karışmış kişisel anıları.

Cansever ile veya Tomris ve Turgut Uyar ile tanışmak için o vakitler şiirsever arkadaşlarımla birlikte Bebek’te bu edebiyatçıların sık sık gittiği Şadırvan adlı mekâna giderdik. Nitekim tanışmayı, konuşmayı başarmıştık. Her yudumda bir Uyar, bir Cansever, bir Özdemir Asaf dizesi demlenirdi gecelerimizde.

Kadınca dergisinde başladığım medya serüvenimde rahmetli Duygu Asena’yı Cumhuriyetin özgürlük çığlığını yazmaya çalışan kadınlarının şairi olarak tanımlayabilirim bugün. Gelişim yayınlarında ayrıca dönemin Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri gibi kültür dergilerini ve dahi edebiyatımızın gurusu olarak adlandırılan Doğan Hızlan’larını, Hami Çağdaş’larını..

***

Derken 80’lerin ikinci yarısında yine üniversite yıllarımda şimdi aynı gazetede sayfa komşum olan Ali Saydam’ın yönettiği dergiler grubuna dâhil oldum. Yıllar içinde o başka bir mecraya geçtiğinde biz devam ettik, yeni editörüm felsefeci Oruç Aruoba idi. Elmadağ’da çalıştığımız yayınevinde bazı romanlarını çok sevdiğim Selim İleri’nin çıkardığı Argos adlı edebiyat dergisine o vakitler gözüm yaşlı okuduğum rahmetli Bilge Karasu gelmişti.

Oruç bey, gel seni tanıştırayım deyince yeniyetme heyecanımla en sevdiğim eserleri ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’nin ve Gece’nin kalbimdeki karşılıklarını bir çırpıda sıralamaya kalkışmıştım ona. Türkiye’nin sol kesiminde bol batılı zevkle yetişmiş benim gibileri için Tezer Özlü’nün Bilge Karasu’nun, Oğuz Atay’ın ayrı bir yeri vardı o zamanlar.

Zaten Selim İleri’nin odasına her gün sevdiğim bir şair ya da yazar gelirdi. Ama o günler çabuk geçti ve Cağaloğlu’ndan Yenibosna tarafındaki akıllı binalara taşınmaya başlayan medya gruplarının öncüsü olarak biz Halkalı’ya taşındık.

***

Oruç Aruoba’nın o vakitler yeni yayınlanan “De ki İşte” adlı eserinde dediği gibiydi gazetecilik hayatımız ve onunla paralel akan Türkiye’nin hayatı.

“Yaşamın, çatışma olacak — kendinle ve bütün ötekilerle çatışmalar yaşaman...

Yaşam, kendiyle çatışmadır — çarpışma, savaşma:

ki, sonunda da, tabiî, kaybetmektir — savaşı da,

kendini de...”

Hep hareketli hep inişli çıkışlı hep dikenli. Kimi zaman bahçede taze taze açıyordu güllerimiz ama sulayınca dikeni daha da batıyordu. (İnşallah devam edeceğim.)

#Türkiye
#Siyaset